Eskiden böyle değildi.
“Eskiden” dediysem, benim hatırlayabildiğim en eski zamanlarda, yani 70’li yılların sonlarında.
1976 Ocak ayında okuldan mezun olur olmaz, Elektrik Mühendisleri Odası’na kaydoldum. Sicil No: 6041. Az çok faal bir üyeydim. Yani aidat bile ödemeyenlerden ya da sadece aidat ödemekle yetinenlerden de değildim. 90’lı yıllarda Yatağan’da EMO’nun seçilmiş işyeri temsilcisiydim. Muğla İl Koordinasyon Kurulu Toplantılarına katılırdım. Ara sıra lâfa da karışırdım.
Meselâ, 1987 yılında İzmir’de EMO’nun Şube Genel Kurulu’na katıldım. Aslında niyetim, uslu uslu oturup yapılan konuşmaları dinlemekti. Ama bir de baktım ki, mikrofonu her kapan Yatağan’dan bahsediyor. Meğerse memlekette Yatağan’dan başka dert kalmamış! Yatağan da Yatağan! Ah Yatağan, vah Yatağan! Öldü bitti Yatağan!
Dayanamayıp söz istedim. Divan Başkanı yıllar sonra Çalık Enerji’de birlikte çalışacağımız Teoman Abi’ydi (Alptürk). “Yahu beyler!” dedim, “lütfen birisi bana yanıldığımı söylesin. Ben buraya Elektrik Mühendisleri Odası’nın genel kurulu diye geldim, yoksa EMO zannedip yanlışlıkla Çevre Mühendisleri Odası’nın toplantısına mı girdim?”
Sonra Amerikan yazarı Mark Twain ile ilgili olarak anlatılan pek hoş bir anekdotu hatırlattım: Mark Twain bir sabah kahvaltısını yaparken, adeti olduğu üzere bir taraftan da gazetesine göz atıyormuş. Bir de bakmış, bir manşet: MARK TWAIN ÖLDÜ. Hiç istifini bozmamış. Ağır ağır kahvaltısını bitirmiş, sonra çalışma odasına geçmiş. Masasına oturup bir beyaz kâğıt çekmiş ve gazeteye bir tekzip yazısı hazırlamış. Aynen şöyle:
“Falanca tarih, filanca sayılı nüshanızda şahsımla ilgili olarak yayınlanan haber epeyce mübalağa taşımaktadır.”
Malûm medya’nın Yatağan hakkında attığı manşetlerin de tıpkı Mark Twain haberinde olduğu gibi “biraz mübalağa taşıdığını”, bunları papağan gibi tekrarlamanın ise bir mühendis odasına yakışmayacağını, Yatağan konusunun daha ciddi bir şekilde ve mühendisçe bir soğukkanlılıkla ele alınmasının daha doğru olacağını söyledim.
Hiç unutmam, izleyicilerin arasında bulunan TEK Yatağan Tesis Grup Müdürlüğü’nden emekli Şakir Abi’miz (Ülkü) de aşağıdan bağırıyordu: “Konuş Agacım, konuş! Doğru söylüyorsun!..” (Onu tanıyanlar bilir, “Agacım” Şakir Abi’mizin özel jargonuydu. Herkese “Agacım” derdi, çaycılar dahil!)
Diyebilirim ki, bu tarihten sonra EMO ve TMMOB merkezi ile yıldızımız pek barışmadı. Özellikle “çevre” ve “özelleştirme” konularında. Santralda EMO’yu ve TMMOB’yi temsil eden işyeri temsilcisi olmama rağmen, benim görüşlerimi yayınlayacaklarına, Çevre konusunda Greenpeace’in, Özelleştirme konularında ise işçi sendikası Tes-İş’in görüşlerini yayınlamayı tercih ediyorlardı.
***
Ama yine tekrarlayacağım: Eskiden öyle değildi.
Yeniler belki şaşıracaklardır, ama 12 Eylül’den önce Oda’ların ve solcuların bugünkü kadar “çevreci” olmadıkları bir dönem yaşandı Türkiye’de.
Tarihin garip bir tesadüfü, benim gözümde iki farklı dönemi karakterize eden iki TMMOB Başkanı’nın ikisinin de adı Teoman’dı ve ikisinin de soyadları “türk”le bitiyordu: Birisi Teoman Öztürk, diğeri Teoman Alptürk.
Teoman Öztürk, benim için 12 Eylül öncesinin Oda’larının genel tavrını temsil ediyordu. Onu hiç tanıyamadım, ama anlattıklarına göre o karışık dönemde, ortalıkta binbir fraksiyonun cirit attığı bir ortamda, her zaman bir uzlaştırma yolu buluyor ve hiç kimse onun baskın otoritesi karşısında fazla direnemiyordu. 1973-1980 yılları arasında başkanlık yaptı. Bu dönem, Türkiye’de enerji krizinin doruğa çıktığı ve çözüm olarak yerli kaynaklara, özellikle linyite dayalı santral yapımının büyük bir kampanya şeklinde başlatıldığı bir dönemdir. TMMOB ve EMO bu kampanyaya karşı çıkmak şöyle dursun, tam tersine bütün güçleriyle destek verdiler.
Örneğin, 1977 yılında Polonya firmalarının Yatağan Termik Santralı’nın yapımına başladıkları bir dönemde, Elektrik Mühendisleri Odası ve Polonya Elektrisyenler Birliği tarafından 13, 14, 15 Haziran tarihlerinde Ankara'da, 17 Haziran tarihinde İstanbul'da “Polonya Elektroteknik Günleri” düzenlendi. Bilgi alışverişi yapıldı ve karşılıklı ziyaretlerin organizasyonu ile iki ülkenin mühendisleri arasında yakınlaşma sağlandı. (Elektrik Mühendisliği Dergisi, Sayı 248, Sayfa 346)
Elektrik Mühendisleri Odası’nın organizasyonu ile 24-26 Aralık 1975 tarihlerinde Ankara’da toplanan ve Elektrik Enerjisinin sorunlarını ele alan VII. Teknik Kongre’nin Kapanış Bildirisi’nde aşağıdaki ifadeler yer aldı:
“Elektrik enerjisi üretimi, ülkede varolan su ve linyit kaynaklarından öncelikle ve tümüyle yararlanma ilkesi üzerinde temellendirilmelidir. Bu, üretim maliyetini ve dış kaynaklara bağımlılığı artıran fueloil santrallarından vazgeçmeyi ve özel sektör elindeki linyit yataklarını devletleştirmeyi gerektirir.”
Ayrıca Nükleer Santrallar’a karşı da toptan bir karşı çıkış yerine sadece öncelik sıralamasında yerli kaynaklardan sonraya alınması ve teknolojik hazırlıkların başlatılması önerildi:
“Bugün için lüks olan atom santralları da yerli kaynaklar sonuna dek tüketildikten sonraki dönem için düşünülebilir. Ancak bu konudaki teknolojik gelişmeleri izleyip özümseyecek teknik kadroların yetiştirilmeleri amacıyla laboratuvar nitelikli üretim birimleri kurulması gereklidir.”
(Elektrik Mühendisliği Dergisi Sayı 229 Sayfa 28)
Kongreye katılan Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran da, nükleer enerji konusunda aşağıdaki ifadeleri kullandı:
“Öyle görünüyor ki, önümüzde nükleer enerji çağı vardır. Nükleer enerjinin kolayca ve ucuzca kullanılabilir bir hale gelmesi hiç şüphesiz üretimde ve teknolojide büyük gelişmelere yol açacaktır. Esasen şimdiden gelişmiş ülkelerde bilimsel ve teknolojik devrimden söz edilmektedir. Öyle görünüyor ki, bilimsel ve teknolojik devrim çağının enerjisi de atomik enerji olacaktır.
“Bugün nükleer santralların yapımı ve işletimi, teknoloji transferi ve teknolojik bağımlılık yüzünden, Türkiye'nin elektrik enerjisi alanında dışa daha da bağımlı olması sonucunu doğurabilir. Ama bundan dolayı nükleer santrallar sorununu bir kenara bırakamayız. Konuşmamın başında da dediğim gibi önümüzdeki çağ öyle gözüküyor ki nükleer enerji çağıdır. Biz eğer her zaman kullanılan meşhur deyimiyle "çağdaş uygarlığa" ulaşmak istiyorsak mutlaka teknolojinin ve enerji üretiminin en ileri, en gelişmiş biçimlerini, yöntemlerini öğrenmek ve dediğim gibi yalnız öğrenip tekrarlamak ve üretmek değil, bunları daha ileriye doğru da geliştirmek durumundayız ve böyle bir zorunlulukla karşı karşıyayız. Şunu da belirtebiliriz ki bugün Türkiye'de teknoloji üretebilecek ve daha ileri çizgilere doğru geliştirebilecek kadrolar şimdiden vardır. Bu kadrolarla işe başlayarak daha da ileriye gitmemiz elbette mümkündür.” (Elektrik Mühendisliği Dergisi, Sayı 229, Sayfa 14)
Gerçekten hayret edilecek bir şey! Elektrik Mühendisleri Odası’nın olduğu gibi, ülkenin solcularının da üslûbunun o zamanlar bugünkünden ne kadar farklı olduğu bir bakışta görülebiliyor. Demek ki bu durum, sadece Mühendis veya Mimar Odaları’nı değil çok daha geniş bir çevreyi kapsayan genel bir problem olduğunu gösteriyor.
***
Peki, bu bariz üslûp değişikliği ne zaman ve nasıl meydana geldi?
Bana kalırsa, bu trajik dönüşüm, birçok benzeri gibi ülkemize 12 Eylül Darbesi’nin bir hediyesidir.
12 Eylül rejiminin vahşi baskı ve terörü karşısında dehşete kapılan sol hareketin büyük bir bölümü geri çekilmek, hatta mücadeleden vaz geçmek zorunda kaldı. Ama bu durum, insanların zihinlerinde kolay kolay kabullenemeyecekleri büyük bir travmaya yol açtı. İnsanlar yenilebilir, ama yenildiğini kabullenmek bundan çok daha zor, çok daha beter bir şeydir. Bu yüzden, yenilenlerin küçük bir bölümü, yenilmediklerine ve hâlâ mücadele ettiklerine en azından kendi kendilerini inandırabilmek için, daha kolay ve risksiz bir takım sözümona muhalefet yolları aradılar. Bu açıdan, o dönemde Avrupa’da da güç kazanmaya başlayan “çevrecilik” akımı bulunmaz bir kaftan oldu. Hem “devlet işletmeleri”ne, bir nevi “devlet”e (!) karşıydı, yani “şanlı” bir mücadele olduğu şüphesizdi, hem de bütün bulvar gazeteleri, reyting televizyonları ve sansasyon gazetecileri arkasındaydı bu mücadelenin. İkide bir Hürriyet Gazetesi’nin manşetine çıkmak işten bile değildi. Sağ eğilimli bölgesel Yeni Asır Gazetesi’nin muhabirleri bile Yatağan’da soğuk havalarda göklere yükselen soğutma kulesi buharının fotoğraflarını çekerler ve “Bu ne rezalet!” diye manşet atarlardı.
Hiç unutmam, 1987 yılında Ankara’da, Güven Park’ta ağaç kesmeye kalkan Belediye’ye karşı yapılan direniş için bir dergide ilginç bir manşet atılmıştı. Hiçbir yorum yapmadan aynen veriyorum: “Kırları kurtaracaklardı, Güven Park’a razı oldular!” (Toplumsal Kurtuluş, Sayı:2, Ağustos 1987)
Öyle midir, değil midir? Çok üzerinde durmuyorum. Sadece, çevreciliğin 12 Eylül’den sonra çok yaygınlaşmasında, her türlü meslek ve disipline yayılmasında en etkili faktörlerden biri olabilir diye düşünüyorum.
Hatırlayan var mı bilmem? 1990 yılında Aliağa – Gencelli’de, Japon şirketi EPDC tarafından yapılması planlanan 2x500 MW ithal kömür santralına karşı “Gencelli Genç Kalsın!” sloganı ile büyük protestolar düzenlenmişti. Oysa oralarda daha önce kurulan ve hiç kimsenin ses çıkarmadığı, rafineri-petkim ve demir-çelik işletmelerinin tozu dumana katması ile Gencelli çoktan “ihtiyarlamıştı”. Ha bir termik santral eksik, ha bir termik santral fazla, bence hiç fark etmezdi! Üstelik kurulacak olan santral ithal kömürle çalışacaktı ve çevresel performansının, bizim yerli linyit santrallarına kıyasla çok daha iyi olacağı daha o zamandan belliydi. (Sonradan oraya 1500 MW’lık bir doğalgaz santralı ile 350 MW’lık bir ithal kömür santralı çakıldı ama herhangi bir tepki duyulmadı. Yakın zamanlarda Aliağa’ya gidişlerimde rafineri tarafına bakan mahallede gösterişli, büyük bir kapalı spor salonu dikkatimi çekti. ENKA’nın yaptığı salon, 2003 yılında 1500 MW’lık Doğal Gaz Santralı ile birlikte hizmete girmişti. “Usuletle” ve “suhuletle”… Demek Japon’lar anlamıyordu bu işten!)
İşte o gösterilerden birinde, Aliağa Belediye Başkanı Hakkı Ülkü, hazır mikrofonu ele geçirmişken dinleyenleri ağlatan hâmâsi bir konuşma yaptı: "Bu santralı buraya inadına yapıyorlar!” dedi. “Halbuki hiç gerek yok! Tee şurda bir baraj var (herhalde ahı gitmiş vahı kalmış Demirköprü Barajı’nı kastediyordu), işte onu çalıştırsalar onun elektriği ta Antalya’ya kadar gider!” Elektrik Mühendisleri Odası’nın başkanı da oradaydı, ama neresini düzelteceğimizi bilemeyeceğimiz böyle bir nutuk için hiç kimse kalkıp ta “Sen ne saçmalıyorsun, birader?” demedi.
O müthiş mücadelede en önde gidenlerden biri de İzmir Milletvekili Kıvılcım Kemal Anadol’du. O kadar coştu ve kendini kaybetti ki, muazzam bir cesaretle, ne önüne ne arkasına herhangi bir sıfat veya tamlama koymadan “Termik Santrallere Hayır!” sloganını patlattı, bu isimle bir de kitap yayınladı. (Kemal Anadol’un nüfus kaydında bulunan ilk adını neden hiç kullanmadığını hep merak etmişimdir. Lenin’in gazetesi İskra’nın Türkçesi olduğu için mi, yoksa babası Zihni Anadol bu ismi koyarken Türkiye’deki eneski TKP liderlerinden birinin soyadından esinlendiği için mi?)
Merak ettiğim diğer bir husus ise, Kemal Anadol’un o sıralarda mensup olduğu parti, kenarda köşede teferruat kabilinden bir sol parti veya önemsiz bir çevreci grup filân değildi. Cumhuriyet’imizi kurmakla öğünen köşetaşı gibi bir parti, yani SHP-CHP’ydi. Yani Partisinin, tabii bu tür politikalarla farz-ı muhâl de olsa, iktidara gelme olasılığı bile vardı. Yani “enerji” gibi ciddi bir konuda “bekâra karı boşamak kolay” felsefesine kapılmaması icap ederdi. Peki, buna rağmen Kemal Anadol gibi, CHP Grup Başkanvekilliği’ne kadar yükselebilmiş “sorumlu mevki”de bir siyasetçinin, Allah korusun bir gece iktidara geliverseler, ertesi gün milletin elektriğini nereden sağlayacağını hiç hesaplamamış olmasını düşünebilir miyiz? Olacak şey mi bu? Ama Türkiye burası, her şey mümkün! Sonra da ya bütün dediklerini yalayacaksın, ya da “Yandı gülüm keten helva” veya “Her yer karanlık!” politikası… (Tıpkı bir eski Enerji Bakanı’mızın iktidara gelir gelmez, hesapsız-kitapsız “Doğal gaz santralları vatana ihanet!” diye esip savurduktan sonra, 7 yıllık devr-i iktidarında doğal gazın elektrik üretimindeki payını %40,6’dan % 48,9’a çıkarması gibi…)
Mühendis kesiminde de durum bundan pek farklı değildi. Böylece, Türkiye şartlarında en kolay muhalefet sayılabilecek “çevreci”lik yavaş yavaş Türk solunda geçer akçe oldu ve o kanaldan Mühendis ve Mimar Odalarında da yayılma fırsatı bulabildi. Aslında birbirinden farklı kanallar olan “solculuk”la “çevreci”lik, zamanla bir ve aynı şeymiş gibi algılanmaya başladı. Aynı şekilde, sıradan “çevreci” sloganlar, Mühendis ve Mimar Oda’ları tarafından değişmez bilimsel gerçeklermiş gibi sunulmaya başlandı.
Öyle ki, şu tür yazılar Oda’ların yayın organlarında rahatça yayınlanabilme imkânına kavuştular:
“Politik bir destek bulunduğunda, rüzgar enerjisi hızla üretime geçerek kömürden kaynaklanan emisyonları ortadan kaldırıp elektrik üretim sektörünün 2010 yılındaki sorumluluklarını yerine getirmesine katkıda bulunabilir.
…
“Rüzgar enerjisi boldur. Toplam elektrik enerjisi tüketiminin Türkiye'de en az iki mislinin rüzgârdan sağlanabileceğini bilim adamları öngörmektedir.”
(Dr. Tanay Sıdkı Uyar, “Güçlenen Rüzgâr Gelecek On Yılın Enerjisi”, Elektrik Mühendisliği Dergisi, Sayı: 407, Şubat 2001)
“Sadece ülkemiz rüzgâr enerjisi teknik potansiyeli bile ülkemizde tüketilen toplam elektrik enerjisinin iki mislinden fazlasını üretebilecek düzeydedir.” (Tanay Sıdkı Uyar, “Enerji Yatırımlarında Doğru ve Taze Bilgi ile Karar Verme”, Elektrik Mühendisliği Dergisi, Sayı: 407, Şubat 2001, Sayfa 20)
“Elektrik üretimi amacıyla kullanılabilecek güneş enerjisinin henüz binde biri değerlendirilmemektedir. Oysa Türkiye'nin güneşe dayalı, yıllık 370 milyar kWh elektrik üretim kapasitesi, 2013'te tükettiğimiz elektriğin bir buçuk katından daha fazladır. Türkiye'de rüzgâr santralleri ile 140 milyar kWh elektrik üretmek mümkündür. Oysa devrede olan rüzgâr santralleri, kurulabilecek kapasitenin yalnızca yüzde yedisidir. Yatırım aşamasındaki tüm projeler devreye girdiğinde bile, rüzgâr potansiyelinin dörtte üçü hâlâ atıl ve değerlendirmeyi bekliyor olacaktır.” (Oğuz Türkyılmaz, “Türkiye’nin Nükleer Enerji Santrallerine İhtiyacı Var mı?”, Mühendis ve Makina, Cilt: 55 Sayı: 656, Eylül 2014, Sayfa 12)
“TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu üyesi Şenol Tunç’un Türkiye’nin birçok yöresinde yaptığı fiziki inceleme ve ölçüm çalışmalarına göre, yaklaşık 11.000 km² alana tesis edilecek GES’ler ile 363 TWh elektrik üretmek, çatı uygulamalarıyla bu rakamı 400 TWh’a çıkarmak mümkündür.” (Oğuz Türkyılmaz, “Türkiye’nin Enerji Görünümü Raporu”, Makine Mühendisleri Odası Bülteni, Sayı 200, Şubat 2015, sayfa 16) (Bir kıyaslama yapabilmek için belirtmek gerekirse, 2013 yılında Türkiye’nin toplam elektrik tüketimi 255,5 TWh’tir. M.A.)
Herhangi bir çevreci dergide yayınlansa belki tebessümle geçiştirilebilecek bu tür görüşlerin Oda’ların resmî yayın organlarında yayınlanabilmesi bana göre bir takım yıkıcı etkilere yol açtı. Hem Türkiye genelinde enerji sorununun çözümünde olmayacak hayallerin yayılmasına kaktı yaparak gerçekçi çözüm yollarının tartışılmasını geciktirdi, hem de mühendis ve mimar odalarının ciddiyetine ve inanılır-güvenilirliğine zarar verdi.
Öyle ki, bir defasında İzmir’de, hem de CHP’li belediyenin organize ettiği enerji sorunu ile ilgili bir konferansa Elektrik Mühendisleri Odası’nın davet edilmesi nedense ‘unutuldu’.
Bense hâlâ merak ederim, şu arkasına saklanılan “teknik potansiyel” dedikleri şey acaba ne menem bir şeydir, diye. Belki de aşağıdaki resme benzer bir elektrik enerjisi üretim tarzını kastediyorlardır, ne bileyim. Meteoroloji bültenleri ile önceden tespit edilebilecek şarjlı ve yıldırımlı havalarda, elektrik “teknik potansiyeli” bu resimdeki gibi rahatça yakalanıp depolanabilse idi ne kadar iyi olurdu, değil mi? Tıpkı ülkemizdeki rüzgâr ve güneş enerjisi “teknik potansiyel”ini masa başında hesaplayıp torbada keklik olarak gören bizim Nasrettin Hoca kadar esprili bazı mühendislerimizin bizim gülmemize bakıp da dedikleri gibi: “Sizi gidi köftehorlar! Gördünüz peşin enerjiyi, gülersiniz değil mi?”
***
Oda’ların “çevreci”leşmesi olarak algıladığım bu dönemin uzunca bir kısmında, 1983-1988 arasında TMMOB Başkanlığı yapan Sayın Teoman Alptürk ile yıllar sonra, 2007-2010 arasında Çalık Enerji’de Çankırı Orta Termik Santralı Projesi’nde birlikte çalıştık. Yakından tanıdığımda, kendisinin çok makul ve aklı başında bir insan olduğunu görüp epeyce hayret etmiştim. Benim bazen şakayla karışık “Bu çevreci’leşme modası 2.Teoman’ın bir eseri mi acaba?” diye belirttiğim dönüşümün kişisel bir şey olmadığını, derin sosyal kökleri olabileceğini de bu vesile ile fark ettim. Belki de, artık bir termik santral projesinin başında olmanın kendisine verdiği sorumluluk nedeniyle olabilir, Teoman Bey’in linyit santrallarına karşı hiç de önyargılı olmadığını gördüm. Hatta zaman zaman “Bizimkiler de her şeye karşıydı, birader!” derdi.
***
Bu yazımın epeyce tartışılacağını ve tepki çekeceğini umuyorum. Olsun. Mühendis ve Mimar Oda’larında yıllardır es geçilen, hep halının altına süpürülen birçok sorunun açıkça tartışılmasına kapı aralayabilmek için belki de özellikle provokatif olmaya çalıştım diyebilirim.
Ama özellikle Oda’lardaki arkadaşlarımız belki de şöyle diyeceklerdir:
“İyi de, şimdi sırası mı? Hükümetin Oda’lara karşı topyekûn savaş açtığı bir zamanda!”
Birincisi: Şu tür söylem beni her zaman ürkütmüştür: “Millî birlik ve beraberliğimize her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz şu günlerde…”
Ortaokul çağlarımdan beri her üç-beş yılda bir tekrarlanan bu söylemi duyunca ödüm kopar, kafama bir tokmak inecekmiş gibi bir hisse kapılırım. Hemen anlarım: Belli ki iktidar zora girmiştir, ne yapacağı belli olmaz, onun için cebindeki üç-beş kuruşu da kaptırmadan, bir an önce tedbiri almanın zamanıdır, derim kendi kendime… Aksi gibi “o günler…” de bir türlü geçip bitmez. Açıkçası aynı tür bir söylemi, samimiyetlerinden şüphe etmesem dahi, Oda’lardaki arkadaşlarımızdan da duymak istemem.
İkincisi, bu ilk değildir, şüphesiz ki sonuncu da olmayacaktır. Artık alıştık.
80’li yılların sonlarında İzmir’de yapılan Oda seçimlerine Müdür’ümüz özel ilgi gösterirdi. Ankara’dan verilen talimata uygun bir şekilde, iktidara taraftar olan mühendisleri özel olarak ayarlanan otobüslerle “bindirilmiş kıtalar” olarak İzmir’e gönderirdi. Pazar günü, yani “seçim günü”. Ben hiç davet edilmezdim o otobüslere. Gelmeyeceğimi bilirlerdi. Çünkü ben Cumartesi’den giderdim, tartışma gününde yani. Pazar yolcularına da takılırdım: “Neden Cumartesi’nden gitmiyorsunuz?” El Cevap: “Ama Mehmet Bey, seçim Pazar günü!..” Ben de taşı gediğine koyardım o zaman: “Yahu Cumartesi günü yapılan tartışmaları izlemeden kime oy vereceğinizi nereden biliyorsunuz?” Onların nereden bildiğini, en iyi Müdür biliyordu…
Yani diyeceğim, o yârimin eski huyudur, yeni bir şey değil… Gelecekte de bundan rahat olacağımızı sanmam. Üstelik hiç kimsenin ciddiye almadığı Oda’ları (örneğin herhangi bir enerji konferansına bile çağrılmayan bir Elektrik Mühendisleri Odası’nı) alıp da kim ne yapsın, Allahaşkına?
Üçüncüsü, iş yapmaya niyeti olmayanlar için hep “ya henüz vakti gelmemiştir, ya da vakti çoktan geçmiştir.”
2001 yılında Yatağan’dan ayrılırken yazdığım Veda Mesajı başıma iş açtığı zaman, aklıevvellerden birisi: “Zamanı değildi…” demişti. “Allah allah, nasıl yani? Kardeşim, Veda Mesajı dediğin ayrılırken yazılır, 10 sene sonra değil!” diye cevaplamıştım onu.
Bir diğeri de, fena halde çokbilmiş bir eda ile: “Doğru’ları söylemek her zaman doğru değildir!” diye beni azarlamaya kalkmıştı, kendince. Breh breh! Bu ‘şeytan ayeti’ni tekrarlayıp duranlara dikkatle bakın, hayatlarında hiçbir zaman doğruları söyleyecek cesareti kendilerinde bulamamışlardır.
Bizimse iş yapmaya niyetimiz var, onun için bu yaşta üşenmeden kolları sıvıyoruz. İşte şimdi tam zamanı, diyoruz.
Ne için?
Öncelikle kendimizle, kendi hatalarımızla cebelleşmek için… “Savaşların en ulu’su, kendi nefsi ile savaşmaktır” demişler.
Ve dördüncüsü, açıkçası benim derdim hiç kimseyi kötülemek filân değil: Ne mühendisleri, ne solcuları, ne de çevrecileri. Demek istediğim şu: Herkes kendi işini iyi yapsın önce… Ancak ondan sonra diğerlerine akıl dağıtsın.
***
Son zamanlarda, bu “çevreci”leşme modasının sadece Oda’larla sınırlı kalmadığını, zamanla üniversiteleri, enerjiyle ilgili devlet kurumlarını ve hatta Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nı da sarmaya başladığını görüyoruz.
Ancak bu yazı epeyce uzadı. Bu konuları da bir başka yazıya bırakalım.
Sağlıcakla kalın…