Dünya madencilik endüstrisi, çok büyük oranda en fazla kırk kadar küresel madencilik şirketinin kontrolündedir. Bu şirketlerin önemli bir bölümü ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, İsviçre gibi gelişmiş ülkelerde konumlanmıştır. Ancak Çin, Hindistan, Rusya, Meksika, Güney Afrika Cumhuriyeti ya da Brezilya gibi gelişen ülkelerin büyük madencilik şirketleri de küresel arenada söz sahibidir.
Bu şirketlerin ortak bazı özellikleri var: Çoğu uzun bir madencilik geçmişine sahip. Kurumsallaşma düzeyleri yüksek. Genellikle çok sayıda madencilik ürününü bir arada çalışırlar. Faaliyet alanlarını sadece üretimle sınırlı tutmazlar, madenlerin zenginleştirilmesi, dağıtımı ve ticaretinde de söz sahibi olmak, piyasaları kontrol etmek isterler. Sermaye yapıları güçlüdür, bir kısmının kendi finans kurumları ya da en azından küresel bankalarda hisseleri bulunur. Mühendislik kaliteleri, proje deneyim ve yetenekleri gelişmiştir. Maden aramalarına, araştırma-geliştirmeye, insan kaynağına sürekli yüksek yatırımlar yaparlar.
Küresel madencilik piyasalarında faaliyet gösteren bu şirketlerin temel stratejileri, küçülme değil büyüme yönündedir. Bir taraftan yurtiçi ya da yurtdışında benzer faaliyet gösteren şirketleri satın alarak yatay yönde, diğer taraftan üretimden satışa tüm tedarik zinciri boyunca dikey yönde tekel yapılarını geliştirmek isterler ve bu amaca yönelik davranırlar.
Bu şirketlere, kamu ya da özel sermayeye ait olsunlar bulundukları ülkelerin “milli şampiyonları” gözüyle bakılır. Tüm dünyada rekabet edebilmeleri için devletleri tarafından korunurlar. Kendi hükümetleri tarafından bölünüp parçalanacakları asla akla gelmez, tam tersine diğer ülkelerdeki piyasaların serbestleşmesinden yararlanmaları ve daha da büyümeleri teşvik edilir.
Bugün, Türkiye’de benzer niteliklere sahip bir madencilik kuruluşu yok.
Ama bir zamanlar vardı.
ESKİ ŞAMPİYON ADAYLARININ AKIBETİ
Etibank, 85 yıl önce Cumhuriyetin ilânından 12 yıl sonra kuruldu. Zaman içerisinde pek çok mineral kaynağını, hatta elektrik üretimini ve madencilik sektörünün finansmanını sağlayacak bir bankayı da bünyesinde toplayan dev bir kuruluş haline geldi. Cumhuriyet Yönetimi, son derece isabetli bir kararla, eğer sürdürülebilseydi bugün küresel arenada söz sahibi olabilecek kurumsal bir yapıyı gelecek kuşaklar için hazırlayabildi.
Ama sürdürülemedi, Etibank küresel rüzgârlara kurban gitti, fırsat kaçtı. Her ülke kendi şampiyon şirketlerini korurken Etibank yapısı paramparça edildi. Süreç 1990’lı yıllarda başladı. Sahip olduğu pek çok maden işletmesi satıldı ya da kapısına kilit vuruldu, içi boşaltılan bankacılık kısmı kapatıldı.
2000’li yıllarla birlikte kurumun beli tamamen kırıldı. Başta krom, bakır, gümüş, alüminyum olmak üzere ne varsa mevcut tesislerle birlikte satıldı, borların dışında hiç bir şey bırakılmadı. Bu arada, Türkiye madenciliğinin kamu ağırlıklı yapısı da Etibank sürecine paralel olarak değişti, kömür ve borlar dışında kamunun kayda değer bir faaliyeti kalmadı.
Bu aktardığım süreç, tüm dünyada liberal rüzgârların estiği bir dönemde karşımıza çıktı. Bugün artık farklı rüzgârlar esiyor. Türkiye madenciliği de küresel korumacılık eğilimleri arasında kendine yeni bir yön arıyor gibi görünüyor.
SERMAYEDAR DEĞİL İLKELER ÖNEMLİ
Madencilik kuruluşlarının kamu tarafından mı yoksa özel sektör tarafından mı yönetilmesi durumunda daha iyi çalışacakları tartışması beyhude bir zaman kaybıdır. Sektördeki kurumsal yapıların doğru değer ve ilkelerden yola çıkılarak belirlenecek kurallar çerçevesinde yönetilip denetlenmeleri sağlandığında, bu yapılardan -sermaye sahibinin kim olduğundan bağımsız olarak- ülkelerin kalkınma hedefleri ve kamu yararı doğrultusunda fayda elde edebilmek mümkündür. Bununla birlikte, Türkiye’deki siyasal iktidarlar, geçtiğimiz 30 yılda sermaye sahipliğinin kamudan özel sektöre geçmesinin madencilik sektörü için daha iyi neticeler vereceğine inanmış ve yasama/yürütme tercihlerini bu yönde kullanmışlardır. Ancak son zamanlarda sektöre yeniden dönüp bakmak ve yapılan tercihlerin istenilen sonuçları verip vermediğini anlamak ihtiyacını duydukları anlaşılıyor.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Varlık Fonu Genel Müdürü’nün Meclis konuşmasını okuyunca, devletin bu dönüşümden çok da memnun kalmadığı ve ipleri tekrar eline almak istediği izlenimine kapıldığımı söylemeliyim.
ALTIN MADENCİLİĞİNDE İKİ KATLIK HEDEF
Konuşmada, madencilik alanında istenilen yatırımların yapılamadığına işaret edilmekte ve bir devlet kuruluşu olan Varlık Fonu’nun Türkiye’nin büyük bir maden holdingini oluşturmak için çalışmalara başladığı, bu amaçla maden projelerinin devreye sokulduğu ve yakın zamanda 20’ye yakın kıymetli madenin alındığı ifade edilmekte. Demir, altın, kömür, bakır, alüminyum, çinko gibi önemli madenler fonun öncelikli hedefleri arasında sıralanıyor. Bu arada özellikle altında iki katından fazla bir üretim hedefinin altı çiziliyor.
Tüm bu açıklamalara bakıldığında, Türkiye madenciliğinde yeni ve iddialı bir devlet şirketinin ayak seslerini duymamak için sağır olmak gerekir. Kaldı ki ifade edilen madencilik şirketinin resmi evraklarda tanımlanan amaçları da başka türlü düşünmeye imkân vermiyor.
AMAÇ PARA BULMAK DEĞİL, TAM MADENCİLİK!
Türkiye Varlık Fonu’na bağlı TVF Maden Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’nin kuruluşu geçtiğimiz Ocak ayında resmileştirildi. Şirketin kuruluş amaçları arasında maden aramalarından işletmeciliğine, cevher zenginleştirmeden ticaretine kadar bir maden şirketinin yapabileceği bütün faaliyetler tanımlanmış durumda. Dolayısıyla, söz konusu şirketin, madencilik sektörüne finansman sağlamak amacıyla değil, tam olarak “madencilik” yapmak için kurulduğu son derece açık.
Şirketin hedeflediği madenler ise bor tuzlarından kömüre, nadir toprak minerallerinden altın, gümüş gibi değerli olanlar dâhil tüm metal cevherlerine kadar son derece geniş bir yelpaze oluşturuyor. Varlık Fonu’nun internet sitesinde girişimin amacının ne olduğu kalın harflerle vurgulanıyor: “Türkiye Varlık Fonu, stratejik madencilik yatırımları ile Türkiye’nin yeraltı kaynaklarını uluslararası standartlarda en verimli ve çevreci yöntemlerle ekonomiye kazandırır ve katma değeri yüksek nihai ürünler elde etmeye yönelik entegre tesis yatırım modelleri geliştirir.”
Sektördeki liberalizasyon sürecinin tamamlanmasının üzerinden çok da uzun bir süre geçmeden devletin madencilik sektörüne yeniden dönüş yapma niyetinin ilân edilmesi elbette son derece şaşırtıcı. Ancak yukarıda aktardığımız gelişmeler üst üste konulduğunda, bir zamanların Etibank’ına benzer bir oluşumun hedeflendiği, belki de bu alanda bir “milli şampiyon” yaratma niyetinin olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, Türkiye madencilik sektöründe önümüzdeki dönemlerde ilginç gelişmelerin yaşanması muhtemeldir.
BAŞARISIZLIK NEDENLERİ HALA ORTADAYKEN...
Bununla birlikte, niyetin ortaya konulmuş olması hedefin gerçekleştirilebilir olduğu anlamına gelmeyebilir. Elbette şirketler kurulabilir ama bu düzeyde iddialı bir madencilik kuruluşunu sıfırdan yaratmanın hiç de kolay olmayacağını bilmek gerekir. Üstelik konuya ağırlıklı olarak finansman penceresinden bakması muhtemel bir kurumsal yapı altında bunun çok daha zor olacağı açıktır. Ve eğer önceki kurumsal yapıların başarısız olmalarına yol açan nedenler de hala ortadaysa, Etibank benzeri bir madencilik kurumunun yeniden inşası ve sürdürülebilir olması ne derece mümkündür, tartışılır.
Elbette bunların hepsi ayrı bir yazının konusudur. Ancak son olarak söylememiz gereken; 40-50 yıllık plan ve stratejiler olmaksızın başarı sağlamanın hayalden öteye gidemeyeceği madencilik gibi bir alanda dönemsel rüzgârlara göre hareket etmenin doğru olmayacağıdır.