Tarih okulu... Herkese lazım...
Evet, tabii ki tarih için kronoloji çok mühim.
Ama her şey kronolojiden ibaret değildir.
Yaşanmışlıklar geleceğe ışık tutmak için çok kıymetlidir.
Tabii ki kıymetini okuyucular taktir edecektir ama biz üzerimize düşeni yapalım, gerisi ilgililerinin işi...
Kahramanımız, Yatağan Termik Santrali İşletme Müdürü Vedat Karadeniz...
I
1983 baharında bir vesile ile Aydın’dan Bodrum’a gidiyorduk. Yatağan’ı geçip de termik santral önüne gelince, birden kafamda bir şimşek çaktı. “Yahu biz bu dünyaya çile çekmeye mi geldik? Ne işim var benim o sisli-puslu İzmit’te?” deyip arabayı kullanan arkadaşa santralın önüne çekmesini söyledim.
Zaten İGSAŞ’ta işler benim açımdan pek iyi gitmiyordu. En iyisi bir şansımı denemek, dedim. Kapıdaki bekçilere Personel Müdürü ile görüşmek istediğimi söyledim. “Valla bizim burada, sadece bir Müdür var, o da İşletme Müdürü Vedat Karadeniz!” dediler.
O zamanlar devlet işletmesi olan Yatağan Termik Santralı’nda Müdür’ün 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi bir devlet memuru olması gerektiğini biliyordum. Bu nedenle, kafamdaki devlet memuru imajına uygun bir adamla görüşeceğimi sanıyordum: Takım elbiseli, kıravatlı, hatta belki de kollarında kolluklar vs. Bu yüzden Vedat Bey’i ilk gördüğüm andaki şaşkınlığımı hâlâ hatırlarım: Kot pantolon, kısa kollu kırmızı lakost tişört ve spor ayakkabılar giyen uzun boylu, sportmen görünüşlü, kendine güvenli bir adamdı karşımdaki… “Bu adamla çalışılır” diye düşündüm içimden.
Yanılmamışım.
Vedat Bey, Bolu doğumluydu. Ama kendi anlatımına göre, daha 12 yaşındayken ailesinden ayrılmış ve askeri okullarda yatılı okumuştu. İnsanlar hakkındaki yargılarında çok keskin, disiplinli ve müsamahasız olması belki bu askeri eğitimin bir etkisiydi. Ankara’da Harp Okulu’nda iken Talat Aydemir’in 21 Mayıs 1963’deki ihtilal teşebbüsüne karışan pek çok Harp Okulu öğrencisi gibi okuldan atılmış ve daha sonra ODTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümü’nü bitirmişti.
ODTÜ Yurtlarından bir hatıra. Çizgili pijamalı olan Vedat Karadeniz, yanındaki siyah kazaklı arkadaşı, sonradan benim Electromagnetics Hocam Prof. Nevzat Yıldırım.
Okulu bitirdikten sonra TEK’e girmiş, Kütahya’daki Seyitömer Termik Santralı’nda Ölçü Kontrol Başmühendisi olarak uzun yıllar çalışmıştı. 1978’de Deniz Baykal’ın Enerji Bakanlığı sırasında görevden alınan Emin Kireççi’nin yerine 1978 Mayıs ayından 1980 Şubat ayına kadar İşletme Müdürlüğü’ne de vekâlet etmişti. Bir süre Soma-B Termik Santralı’nın devreye alma çalışmalarına katılmış ve daha sonra 1982 yılında yeni devreye alınmaya başlanan Yatağan Termik Santralı’na ilk İşletme Müdürü olarak tayin edilmişti.
1979’da Seyitömer’de bir toplantı. Soldan Sağa: Osman Kurbanoğlu, Rıza Kaya, Recep Enginer, Vedat Karadeniz, Tuncay Masarifoğlu, Engin Gönenç, Mehmet Beyaz.
İlk işletme müdürü çok önemlidir. Onun koyduğu kurallar ve davranış şekilleri o santralın geleceğinde çok etkili olur, uzun süre değişmeden kalır. Temel nasıl atıldıysa işler o yönde ilerler. Vedat Karadeniz, özellikle baskın kişiliği ve santral tecrübesi ile hepsi de bir termik santralda ilk kez çalışan genç mühendisler ve teknisyenler üzerinde derin bir etki yaratmıştı.
Bana öyle geliyor ki Vedat Bey’in kişiliğinin oluşumunda en etkili olan iki şey, Harp Okulu eğitimi ve Seyitömer’de geçirdiği santral tecrübesiydi. Şimdi hatırladığım kadarıyla, en çalkantılı dönemde ODTÜ’de okumuş olmasına rağmen oradan pek fazla söz etmezdi. Evet, kendisi de “devrimci” duygulara sahipti ama öğrencilerin sivil devrimciliği ona sanki biraz naif, başıbozuk hareketi gibi görünüyordu. Onları biraz küçümsüyordu. Kendisinin de bir zamanlar mensubu olduğu “Harp Okulu”nun Jakoben hareketi onun görüşlerine daha yakındı.
Yatağan’daki işletme müdürlüğü sırasında bugün artık “Yatağan Ekolü” diyebileceğimiz bir mühendis kuşağını yetiştirmesine rağmen, bence kendisi “Seyitömer Ekolü”ne mensuptu. Yatağan’da uyguladığı pek çok şeyi Seyitömer’den alıp getirmişti. Hatta, Yatağan’da istihdam edeceği bir çok Vardiya Amiri ve Baş Teknisyenleri de Seyitömer’den tanıdığı güvenilir teknisyenler arasından seçmişti.
En fazla önem verdiği şey, Mühendis’lerin santral içindeki konumuydu. Askeri eğitimin verdiği bir alışkanlıkla, santral içinde mühendisleri “Kurmay Heyeti” olarak görüyordu. O yüzden, mühendislerin hem birbirlerine karşı, hem de başkalarına karşı davranışlarını titizlikle izliyor, onun gözünde mühendisliğe yakışmayan davranışları fark ettiğinde acımasızca eleştiriyordu.
1983 yılı Temmuz ayında 2.Ünite’nin devreye alındığı gün Türbin kotunda mühendislerle birlikte:
Ayaktakiler: Aziz Tığ, Ali Akgül, Vedat Karadeniz, Mehmet Emin Erdem, Mehmet Hoşoğlu, Mehmet Aslan, Hakkı Meltem, Mehmet Zıraplı, Selçuk Kulaç. Oturanlar: Hüseyin Çetin, Bülent Barut, İhsan Eker, Mevlüt Doğan, Mehmet Coşkuner.
Örneğin, Mühendislerin birbirlerine ilk isimleri ile hitap etmesi kesinlikle yasaktı. Mutlaka “Bey” veya “Hanım” ünvanları ile hitabın resmileştirilmesi gerekiyordu. Hele konuşurken birisinin “Yav!” dediğini duyunca küplere biniyor, “Yağlı ballı konuşmayın, kardeşim!” diye bağırıyordu.
Bunun önemini, çok sonra daha iyi anladım. Kurum içinde dejenerasyonun arttığı, ilişkilerin iyice yozlaştığı dönemde insanların birbirine hitap şeklinin nasıl iğrenç bir hâle dönüştüğünü fark ettim. Öyle tipler vardı ki, onların hitabetinde sadece iki kelime vardı: Otoritesinden ürküp çekindiklerine yanaşıp yalakalık etmek için “Abi!” diyorlar, ama kolayca tepeleyebilecekleri birini gözlerine kestirince tiksinti dolu bir bakışla “Canım!” demekten çekinmiyorlardı. Bu da ilişkileri resmiyetten çıkarıyor, iyice laçkalaştırıyordu. Resmi ilişkiler ahbap çavuş ilişkilerine dönüşüyordu.
Teknisyenlere ve işçilere (yani “astsubay” ve “er”lere!) küçük ismi ile hitap etmek serbestti. Ama sadece Vardiya Amiri hariç… Çünkü o, her sabah yapılan mühendis toplantısına katılıyor, bir gün önce ve gece vardiyasında santralda olup bitenleri özetliyordu. Bunun için de mühendislerle göz hizasından konuşabilmesi gerekiyor ve “Bey” unvanını hak ediyordu.
Sadece santralda değil, mühendislerin santral dışında da konumlarının gerektirdiği onur ve gururla davranmalarını isterdi. Bu yüzden, 1985 yılında başlayan KDV ve Vergi İadesi uygulamaları zaman zaman Vedat Bey’in tepkisini çekiyordu. Bazı Mühendisler Vergi İadesi’ne esas olmak üzere Yatağan’daki esnaftan hiçbir alışveriş yapmadan fatura istiyorlardı. Devlet memurlarının bu şekilde, ona göre “avam”dan sayılan esnafla yüz göz olması canını sıkıyordu. Örneğin bir arkadaşımız, bir zahireciden televizyon almış (o sıralarda herkes her şeyi satabiliyordu!), ama bunun karşılığında her ay kendisine yeterli miktarda fatura verilmesini şart koşmuştu. Zahireci de ne yapsın, her ay ya bir çuval bakla, ya bir çuval nohut vs. faturası kesiyordu. Vedat Bey, ay sonunda imzalaması için önüne gelen Vergi İadesi listelerini incelerken, bunu hayretle fark etmiş olmalı ki bir sabah toplantısında: “Maşallah, bazı arkadaşlarımız herhalde bakla ve nohuttan başka bir şey yemiyor!” diyerek o arkadaşımızı yerin dibine sokmuştu.
Mühendislerin, problemleri bilimsel yöntemlerle analiz etmesini ister, konuşurken de bilimsel terminolojiye uygun tabirler kullanmalarını isterdi “Siz mühendissiniz, ustabaşı ağzıyla konuşmayın!” derdi. “Çok sıcak, biraz uzun, aşağı yukarı..” gibi muallâk ifadelere öfkelenir “Ahçı usulü iş yapmayın. Kesin ve tutarlı olun. Mutlaka birim kullanın… Sıcaksa kaç derece? Uzunsa kaç metre?” derdi. Bu alışkanlığı edinemeyenler için sık sık kullandığı bir tabir vardı: “Saksı gibi herifler, bunlardan adam olmaz!”
Teknik binadaki mühendis odalarının kapılarının sürekli olarak açık tutulmasını isterdi. “Kapalı kapılar ardında hamam dedikodusu bir mühendise yakışmaz!”
Tıpkı ordudaki subaylar gibi, mühendislerin teknisyen ve işçiler üzerindeki kesin otoritesinden yanaydı. Bir olay hatırlıyorum: Bir bakım servisinde çalışan bir ustabaşı, aralarında sertleşen bir tartışmadan sonra servis şefi mühendisin üzerine yürümüş ve belki de yumruk atmıştı. Olay Disiplin Kurulu’na aksetti. Duyduğumuza göre, Kurul’daki mühendisler her iki tarafı dinlemiş, olayı derinlemesine incelemiş ve sonunda ustabaşının haklı olduğuna, herhangi bir ceza verilmesine gerek olmadığına karar vermişler. Ancak Kurul kararı İşletme Müdürü’nün onayından sonra yürürlüğe giriyordu. Onay için gelen kurul kararını görünce Vedat Bey’in aklı başından gitmiş. Sabah toplantısında ortalığı yıktı. Kurul üyesi mühendislere: “Siz kendinizi ne zannediyorsunuz?” diye bağırdı. “Siz kendinizi adalet dağıtan bir mahkeme mi zannediyorsunuz? Hayır beyler, siz mahkeme falan değilsiniz… Adalet isteyen, Yatağan’da savcı da var, mahkeme de var, oraya gitsin! Siz burada sadece İşletme Müdürü’nün sopasısınız! Bu santraldaki 1200 kişiyi idare edebilmem için benim elimdeki basit bir araçsınız! Eğer sizin kararınızı onaylarsam, bir süre sonra bu santralda dövülmedik mühendis kalmaz!” Bundan sonra hemen Disiplin Kurulu’nu lağvetti ve yeni üyelerle yeniden kurdu. Yeni disiplin kurulu elbette ki Ustabaşı’na ağır bir ceza verdi.
Yetkilerini kolay kolay devretmezdi. Dış göreve her gidişinde, bir başmühendisi Duyuru ile yerine vekil olarak bırakırdı, ama her defasında farklı birini… Kimsenin durduk yerde havaya girmesine müsaade etmezdi. Her zaman kesin karar merciinin kendisi olmasında ısrarcı olurdu.
Onun zamanında yaşadığımız tek ölümlü iş kazasının olduğu günü hatırlıyorum. Santrala kömür veren eğik bantların (hani özelleştirme’den sonra yıkılan bantların) orada çalışan bir işçi muhtemelen küreğini banta düşürmüş, onu almak isterken de kendini banta kaptırmıştı. Dakikalar, belki de saatler sonra durum farkedildiğinde işçinin cesedinin bant geri dönüş tamburuna sıkışıp kaldığı ve buradan kendini kurtaramadığı anlaşılmıştı. Santraldaki hemen herkes oraya toplandı. Savcı bekleniyordu. Vedat Bey, yukarıda bant sahanlığının orada dikilmiş duruyordu. Ölen işçinin kardeşinin geldiği ve cesedi görmek istediği söylendi. Vedat Bey, kesinlikle onu yukarı salmamalarını emretti. Ama oradan biraz ayrıldığı sırada, işyeri hekimi Ömer Gürcan nasıl olduysa adama müsaade vermiş. Adam da yukarı çıkıp cesedin feci durumunu görünce öyle bir feryat kopardı ki yer gök inledi. Bunu duyan Vedat Bey koşup geldi. “Kim müsaade etti bunun yukarı çıkmasına?” diye bağırdı. Herkes Doktor’u gösterince, öfkeyle üstüne yürüdü, neredeyse dövecekti doktoru. Ağzına geleni saydı, döktü... “Ben demedim mi bırakmayın diye? İşte görüyorsun ne halt ettiğini!”
70’li yıllarda hemen hemen aynı tarihlerde yapımına karar verilen Afşin A, Soma B, Yatağan ve Yeniköy santrallarının tümünde tip proje olarak aynı mimariye sahip lojmanlar ve sosyal tesisler de yapılmıştı. O zamanlar santralların yapıldığı yöreler görece mahrumiyet bölgeleriydi. 1983 yılında Yatağan’a ilk geldiğim bir Çarşamba günü öğleden sonra kasabada zaten birkaç tane olan lokantaların hiç birinde yenilebilecek yemek bulamamıştım. Dolayısıyla santralda çalışacak elemanların aileleri ile birlikte rahatça barınabilecekleri ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri lojman yapımı büyük önem taşıyordu.
Veday Bey’in gelirken Seyitömer’den getirdiği geleneklerden biri de hemen her hafta sosyal tesislerde düzenlenen müzikli-danslı eğlence geceleriydi. Santralda çalışan bütün mühendisler ve işçiler bu eğlencelere aileleri ile birlikte katılabiliyorlardı. Önce İşletme Müdürü eşiyle birlikte geliyor, kendisine ayrılan özel masaya oturuyor, onu takiben diğerleri de (bazıları gerçekten eğlenmek istedikleri için, bazıları da İşletme Müdürü’ne görünmek için) eşleri ve çocuklarıyla gelmeye başlıyorlardı. Çok samimi ve coşkulu eğlencelere sahne oluyordu sosyal tesisler. Bazen Vedat Bey de sahneye fırlıyor, elemanlarının eğlencelerine ortak oluyordu.
Bir eğlence gecesinde ben şarkı söylerken Vedat Bey tef çalarak eşlik ediyor.
Arkada Mehmet Topçuoğlu cümbüş çalıyor.
Bazen dışarıdan da müzisyenler çağırılıyordu, ama çoğu zaman, santralda garson olarak çalışan bir arkadaşımız, Mehmet Topçuoğlu cümbüşüyle çalıp söyleyerek katılanları eğlendiriyordu. Gecenin sonuna doğru ise birden bütün ışıklar söndürülüyor ve derinlerden Topçu’nun sesi yükseliyordu: “Her yer karanlık, pür nûr o mevki…” (Mehmet Topçuoğlu, Vedat Bey’in desteğiyle kendisini çok geliştirdi, bir klavye aldı, düğünlere katıldı ve Muğla’nın en çok tutulan mahalli sanatçılarından biri haline geldi.)
Ancak sosyal tesisler konusunda Vedat Bey’in çok katı bir prensibi vardı: Santralda çalışan mühendis ve işçilerin haricinde kimseyi bu eğlencelere almak istemiyordu. “Santralcılık çok zor ve stresli bir meslektir. Sosyal tesisler ise bu zor işi yürüten işçi ve mühendislerin aileleri il birlikte eğlenerek stres atmaları için yapılmıştır. Biz dışarıdan insanları eğlendirmek zorunda değiliz…” diyordu. Ama bu eğlencelere katılmak isteyen Yatağan’lılar bu dışlanmayı kabul etmekte epeyce zorlandılar ve en sonunda patladılar: “TEK’te geceleri karı oynatıyorlarmış!..” diye çeşitli dedikodular çıkarttıkları duyuldu.
Oysa Vedat Bey santralda çalışanlar dahi olsalar bazı konularda müsamahasızdı. Çok kısa ve öz bir duyurusunu hatırlıyorum: “Bazı tipler, kendileri de evli olmalarına rağmen, eşlerini ve çocuklarını evde bırakıp, bekâr olarak eğlence gecelerine gelmekte, küp gibi içerek etrafı rahatsız etmektedirler. Tekerrürü halinde bu tipler bundan sonra sosyal tesislere alınmayacaklardır.”
Şekeri vardı. Çok sevdiği çayı hep sakarinle içerdi. Ama buna rağmen iştahı yerindeydi. Rakı içmeyi de çok severdi. Rakı içerken, zaman zaman garsona işaret ederek çayını isterdi. “Ara sıcak” olarak çay içmeyi ilk onda görüp öğrenmiştik. Eğlence geceleri bazen çok geç saatlere kadar devam ederdi. Bazen gecenin 2’sine, 3’üne kadar… Biz, ertesi gün herhalde öğleye kadar gelmez derken, hepimizden önce traş olmuş, tiril tiril giyinmiş olarak bizden önce santrala geldiğini görürdük. Uykuya karşı çok dayanıklıydı. Anlattıklarına göre, bu özelliği sayesinde Yatağan’ın zenginlerini pokerde epeyce yolmuştu. Oturduğu evin yanındaki dubleksi misafirlerini ağırlamak için kullanırdı. İşte orada bazen sabahlara kadar poker oynanırdı. Erken saatlerde rakiplerini küçük küçük yemleyip heveslendiriyordu. Ama geç saatlerde milletin başı önüne düşmeye başlayınca, o uykusuzluğa direnci sayesinde verdiklerini misliyle geri alıp hızla kâra geçiyordu.
Espriliydi. Bir gün: “Bu santralın yeri yanlış seçilmiş” dedi. Biz ise itiraz ettik. Santralın hem kömür ocağına, hem de ham su kaynağına yakın olması gerektiğini, şu anda bulunan yerin de optimum bir seçim sayılabileceğini söyledik. “Onu demiyorum kardeşim” dedi. “Termik santral dediğin yol üstüne yapılmaz. Seyitömer gibi dağların, tepelerin arkasına yapacaksın ki kimse görmesin!” Haklı çıktı. Daha sonra yükselen çevreci muhalefetin de etkisiyle gelen vurdu, giden vurdu santrala!
Bir gün de, Seyitömer’den bahsediyordu: “Biz orada çok tecrübeler kazandık. Bir defa türbin uçurduk. Bir defa kazanı gümlettik. Bir defasında da generatörü yaktık, ama Allah kahretsin o sırada santralda değildim, o tecrübeyi kaçırdım” dedi. Türk usulü tecrübe kazanmanın nasıl bir şey olduğunu ironi ile anlatıyordu! Keyifli bir gününde de bize “Ahali puşt!” fıkrasını anlatmıştı, ama hadi şimdi burada ben anlatmayayım. Bilenler bilmeyenlere anlatsın!
II
Vedat Karadeniz, her insan gibi hem hataları hem sevaplarıyla anılacak, Türkiye enerji tarihinin en pırıltılı santral işletmecilerinden biriydi. Kritik durumlarda hızlı düşünen, çabuk karar verebilen, verdiği kararların ve yaptığı uygulamaların arkasında durabilen, ekibini yönetmede ve yetiştirmede beceri sahibi, canlı, coşkulu bir işletmeciydi. En önemli özelliklerinden birisi de mahalli politikacılara (hatta Kaymakam’a bile) yüz vermeden, dış müdahalelere hiç aldırmadan kendi koyduğu prensipler çerçevesinde santralı yönetmesiydi. Gerçi Yatağan’da çalıştığı dönem bu tür bir yönetim tarzı için elverişli sayılabilirdi. Ülke henüz yarı-askeri bir yönetim altında idi. Ama 1985-86 yıllarından sonra sivil politikanın ayaklarını yere daha sağlam basmaya başlaması ile, taşradaki ilçe teşkilatlarında (ve elbette Yatağan’da da) yuvalanmış bir takım siyaset cambazlarına gün doğdu. Onlar için en verimli siyaset ise, santral yönetiminde söz sahibi olmaktı.
Doğal olarak bu şartlarda Vedat Bey’in vadesi dolmuş oldu. 14 Kasım 1985 tarihinde Ankara’ya, merkeze alındı.
Bence santrala en son hizmeti, Elektrim Şantiye Şefi Mr. Kiczka’nın bütün ısrarlarına rağmen, santral işletmesinde yardımcı olmak üzere Polonya’lı uzmanların kalmasını kabul etmemesiydi. Mr. Kiczka, Batılı uzmanlardan çok daha ucuz ücret teklif etmişti. Ancak Vedat Bey, prensip olarak Polonya’lı uzmanlara karşıydı. “Eğer Polonyalılar çalışmaya devam ederlerse, bizim Türk elemanlarımız hiçbir zaman santral işletmesini öğrenemezler. Sorumluluk en iyi öğretmendir.” diyordu.
Santrala en büyük kötülüğü ise, ayrıldığında yerine geçmek üzere, daha önce Müdür Yardımcısı olarak hiç kimseyi öne çıkarmamış olmasıydı. Bu yüzden, ayrıldığında vekaleti kendisi gibi Bolu’lu olmaktan başka bariz bir özelliği olmayan Elektrik Bakım Mes’ul Mühendisi İhsan Eker’e bıraktı, ama bu durumda kendilerini İhsan Eker’le aynı pozisyonda gören, hatta daha önde olduklarına inanan bazı Mes’ul Mühendisler de boşalan koltuğu ele geçirebilmek için hücuma geçtiler. Bu, santralda büyük bir anarşiye yol açtı. Karşılıklı çekememezlikler, suçlamalar aldı yürüdü, sabotaj iddiaları bile ortaya atıldı. Sonunda İhsan Eker, öteden beri Vedat Bey’le pek anlaşamayan İdari Müdür Yardımcısı ve diğer bazı mühendislerle bir cephe kurarak muhaliflerini alt etti. Ama küçük de olsa çatışmalar 1986 Mayıs’ında yeni işletme müdürü Hüseyin Gün’ün göreve başlamasına kadar devam etti.
Böylece Vedat Karadeniz’in Yatağan Termik Santralı’ndaki kendine özgü yönetimi sona ermiş oldu. Ama ilk işletme müdürü olarak kurduğu yönetim tarzı ve gelenekler, işçiler ve mühendisler arasında uzun yıllar devam etti.
Vedat Bey bir daha hiç santrala gelmedi. Zaman zaman Ankara’ya gittiğimizde yanına uğrardık. Ama gitgide bizim tanıdığımız Vedat Bey olmaktan uzaklaştığını da hissediyorduk. Bunu kendisi de espri ile karışık kabul ediyordu. Bir gidişimde, kısa bir sohbetten sonra hemen iş konusunu açmaya kalktığımda: “Hop hooopp!” dedi. “Sen burayı santral mı zannettin, burada beş dakika çalışılır, bir saat mola verilir!”
Gerçekten de Genel Müdürlük binası Kafka’nın kitaplarına taş çıkartacak bir bürokrasi cennetiydi. Her dakikası, her saniyesi işle, heyecanla dolu santral hayatı ile taban tabana zıttı. Bu yüzden Vedat Bey gibi canlı, coşkulu bir işletmeciye uygun bir yer değildi. Gitgide lafazanlığa doğru kaydığını, iddialı kişiliğini lüzumsuz tartışmalarla harcadığını görüyorduk.
90’lı yıllarda Ambarlı Fuel Oil Santralı’nın çok eski model, analog tip Generatör İkaz Sistemi’ni yeni model dijital bir sistemle değiştirmek üzere açılan ihalenin değerlendirmesi için bir komisyon oluşturulmuştu. Komisyon’da çalışmak üzere Ankara’dan Recep Yılmaz ve Vedat Karadeniz, Ambarlı’dan Vedat Akuz ve Yatağan’dan ben seçilmiştik. Ambarlı Santralı’nda ilk toplantımızdan bir süre sonra Recep Bey’le Vedat Bey şimdi mahiyetini tam hatırlayamadığım öyle anlamsız bir tartışmaya girdiler ki, ODTÜ’den sınıf arkadaşım olan Vedat Akuz’la ikimiz, (yani hâlâ santralda çalışmakta olanlar) ne yapacağımızı şaşırdık, biz de bir iş üretemez hâle geldik. Sonunda nasıl yaptık, nasıl ettik, bilemiyorum ama bu iki “Ankaralı”yı alıp lokale götürdük, onlar orada oturup bir yandan yiyip içip sohbet ederken, biz iki santralcı komisyon odasına dönüp ihale değerlendirmesini tamamladık.
Vedat Bey’in bu hâli bir çoğumuzu ziyadesiyle üzüyordu. Herhangi bir termik santralda değerlendirilebilse altın değerindeki bu işletmecilik tecrübesinin göz göre göre heba edilişi bana herhangi bir milli servetin harcanması gibi geliyordu. Ama anlayabildiğim kadarıyla kendisi de, bu gitgide güvenilmez bir hâl alan Genel Müdürlük yönetimi altında santralcılığa dönmeyi düşünmüyordu. Yılların ihmali ile iyice yıkılıp dökülen Afşin-Elbistan A santralını adam edebilmek için işletme müdürlüğünü ona teklif etmişler. “Olur, giderim” demiş. “Ama emrime bir tümen de asker isterim!.” Şaka gibi gelebilir, ama çok gerçekçi bir öneri bu. Gerçekten de o santral başka türlü yönetilemezdi, yönetilemedi de. Yıllar sonra EÜAŞ Genel Müdür Yardımcısı, eski santralcılardan Raşit İş’i ziyarete gittiğimde, bana neredeyse ağlayarak, yerel ihale mafyasının Afşin santralının kapısında ihale komisyonu üyelerini nasıl arabadan indirdiklerini, çevire çevire nasıl dövdüklerini, bu arada olaya şahit olan bekçilerin ise sadece seyrettiklerini gösteren bir güvenlik kamerası filmini seyrettirmişti. “Öyleyse burada ne işin var?” demiştim ona. Bir süre sonra onu da görevden aldılar zaten. Santral kazanının bir tencereden farkını az çok bilen son yöneticiydi sanırsam. İşte Vedat Bey böyle bir yönetim mekanizması altında Afşin’e gitmenin “yaş tahtaya basmak” anlamına geldiğini bilecek tecrübeye sahipti.
Vedat Bey Ankara’da:
Ayaktakiler: Seryaşar Temizel, Nurettin Arıel, İbrahim Özen.
Oturanlar: Vedat Karadeniz, Mehmet Beyaz
TEK Gölbaşı lojmanlarından Konya Yolu’na çıkarken geçirdiği korkunç kazanın olduğu tarihte ben de bir görev nedeniyle Ankara’daydım. Balgat Kavşağı’ndaki Trafik Hastanesi’ne kaldırmışlardı. Hemen ziyaretine gittim, ama eşi Ülkü Hanım içeri sokmadı. “Şu anda görülecek durumda değil..” dedi. Çünkü vücudunda bir çok kırık olmasına rağmen şekeri yüksek olduğu için hemen ameliyat edemiyorlarmış. Bu yüzden, acılar içinde kıvranıyormuş.
Çok sonra Ankara’ya bir dahaki gidişimde Kurum’daki odasında ziyaret ettim. İlginç bir şeyi söyleyip duruyordu: “Beni emniyet kemeri takmayışım kurtardı..” diyordu. “Kamyonun üstüme doğru gelişini görünce hemen kendimi yana attım, emniyet kemeri bağlı olsaydı atamazdım..” Bana pek mantıklı bir açıklama gibi gelmedi ama iddialı kişiliğini bildiğim için itiraz etmedim. İlginç bir şey daha söyledi: “Beş yıllığına sigarayı bıraktım..” dedi. “Ama beş yıl sonra beni kimse tutamaz, yine içeceğim..” Bu biraz daha mantıklı idi. Çünkü “Sigarayı bıraktım” diyenlerin kısa süre sonra yeniden başladıklarını en azından kendi tecrübelerim ile biliyordum. En iyisi “Ara verdim…” gibi daha alçakgönüllü bir açıklama yapmaktı. Çünkü sigara, öyle iddialı palavralarla yenilebilecek bir düşman değildi.
Vedat Bey, Ankara’da Santral Müdürleri ile bir toplantıda
Yatağan’da iken, Ankara’daki mühendislerin nasıl çalıştığına dair başından geçen ilginç bir anısını anlatmıştı. 70’li yıllarda, TMMOB tarafından iş bırakma eylemi yapıldığı gün Vedat Bey EMO Temsilcisi olarak işyerlerini dolaşıp mühendislerin çalışıp çalışmadıklarını kontrol ediyormuş. İller Bankası’na geldiği zaman bir de bakmış ki bütün mühendisler yerlerinde oturuyor. “Bu gün Oda’ların eylemi var. Siz niye iş bırakmıyorsunuz?” demiş. Mühendislerden biri, biraz utanarak, “Valla, yıllardır bizim burada herhangi bir iş yaptığımız yok ki zaten” demiş “Neyi bırakalım?”
Bunu anlatarak, santralda ateşin karşısında her türlü risk altında korkmadan, yorulmadan çalışan mühendisleri ayrı bir yere koyuyordu. Şimdi kendisi de, o dalga geçtiği İller Bankası mühendislerinin durumuna düşmüştü. Belki bu yüzden, Ankara’daki fotoğraflarında bir bıkkınlık ve hüzün hissedilmektedir.
Emekli olduktan sonra, kooperatif usulü ile Batıkent’te yaptırdığı evine geçtiğini duydum. Bu arada eşinden ayrılmıştı. En yakınında olan kişi Yatağan’dan türbin bakım teknisyeni Ahmet Sopacı idi. 2000’li yıllarda ben de iş gereği Ankara’ya yerleştiğim zaman çeşitli defalar aradım, görüşmek istedim. Mümkün olsaydı, benimle aynı sitede oturan ODTÜ’den sınıf arkadaşları Nevzat Yıldırım ve Erol Kocaoğlan ile görüştürmek istiyordum. Ama çeşitli bahanelerle beni atlattı, bir türlü görüşemedik. Başka kişilerden de buna benzer şeyler duydum. Sanki biraz içe kapanmıştı, Ahmet Sopacı haricinde kimse ile pek görüşmek istemiyordu.
Sonunda, ben artık İzmir’e taşındıktan sonra, EMO’dan şöyle bir mesaj geldi:
Sayın MEHMET ASLAN (6041),
2860 SİCİL NOLU ÜYEMİZ VEDAT KARADENİZ VEFAT ETMİŞTİR. CENAZESİ BUGÜN 7 EYLÜL 2016 SALI İKİNDİ NAMAZINDA KARŞIYAKA MEZARLIĞINDAN KALDIRILACAKTIR. AİLESİNE VE YAKINLARINA BAŞSAĞLIĞI DİLERİZ.
Türkiye enerji sektöründen bir yıldız kayıp gitmişti.
Ona karşı vefa borcumu, gecikmeyle de olsa, bu yazı ile ödemek istedim.
Tek dileğim, onu tanıyan diğer arkadaşların anılarıyla bu yazıyı biraz daha zenginleştirmeleridir.