Çocukluğumda evimizde elektrikli alet nanıma günde sadece 3 saat açık bir televizyon, yer darlığından babamla annemin odasında duran, sürekli elektrik kesildiğinden olsa gerek, çalışma sesiyle her şeyin yolunda olduğunu hissettiren bir buzdolabımız vardı.
Tasarruflu diye alınan uzun bir floresan lamba ise evimizin en çok kullanılan yerinde, salonumuzda takılıydı. Babamın 2-3 ayda bir "kömür"lerini değiştirdiği oldukça gürültülü Siemens marka süpürge ile bugün bile tadını özlediğim böreklerin piştiği davul fırınımız da vardı.
Anlayacağınız, bugünkü elektrikli ve elektronik eşya bolluğunda hayatımızın ayrılmaz parçaları haline gelen 4`lü prizi ergenliğime kadar görmemiştim.
O zamanlar bırakın çamaşır makinesini, müzik setini, elektrikli bir termosifonumuz bile yoktu. Bu yüzden çocukluğum, sürekli sıcak su akan, gazyağı ile çalışan termosifonu olan ahbapların sıcak banyolarına özenmekle geçmiştir.
Eskiden İstanbul içi misafirlikler bile yatılı, yani gece kalmalı olduğundan, bu misafirliklerde yıkanmak çok hoşuma giderdi.
Arabamız olmasına rağmen hem dostlukların doyulmazlığı, hem de içimize işlemiş tasarruf içgüdüsüyle gittiğin yerde kalmak kaçınılmazdı.
Zira benzin 3-5 saatlik beraberlikler için harcanamayacak kadar değerliydi.
Zaman insanın düşünce yapısını ve alışkanlıklarını da değiştirdiğinden günümüzde çok garipseyeceğimiz bu durum o zamanlar normaldi.
Kısacası o tarihlerde evimiz "anne enerjisi" ile çalıştığından elektrik faturamız da düşük gelirdi.
Kışın ise devreye giren sobamız, üstünde pişen yemeğiyle demlenen çayıyla, kaynayan suyuyla, yenilenebilir olmasa da yenilebilir, içilebilir hatta yıkanılabilir enerji üretirdi. Dolayısıyla faturamız daha da azalırdı.
Sadece faturamız mı? Sobada yaktığımızdan, evimizden bugünkü gibi torbalar dolusu değil, çok az çöp çıkardı. Zaten eskiden ambalajlı ürün yok denecek kadar azdı. Bu yüzden evler o kadar az çöp üretirdi ki, haftada 1 gün aynı saatte gelen çöp kamyonuna herkes sadece çöpünün yanında bahşiş bile verirdi.
Yediğimiz yoğurt, sokak yoğurtçusundan kendi kabına alınmasa bile, kendi tencerene tarttırdığın sokak sütünden çalınırdı. Kolaydı, meyve suyuydu, hepsi, getir boşu götür doluyu şeklindeydi.
Yürüyerek gittiğin pazardan fileye alışveriş yapılır, kek börek çörek pastaneden alınmazdı. En önemlisi herşey kararında tüketilirdi. Çünkü bugünkü gibi kredi kartı seçeneği yoktu ve o yüzden olmayan parayı kimse harcamazdı. Dolayısıyla herkesin sayılı giyeceği vardı.
Bu nedenle, 10 kilogramlık çamaşır makinesine de, dondurulmuş gıda depolayacağın 250 litre hacimli derin donduruculu buzdolabına da ihtiyaç yoktu. Gömleğini annen diker, konserveyi ananen getirirdi.
İyi de, tüm bunların, günümüzde moda bir deyim haline gelen "Yenilenilir Enerji" ile ne ilgisi var diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Bugün hepimiz - en azından ağırlıklı çoğunluğumuz - nükleere karşıyız. HES`leri sevmiyoruz, doğalgazda dışa bağımlılıktan şikayetçiyiz ve yenilenilir enerji kaynaklarının kullanılmasını istiyoruz. İstiyoruz istemesine de tüketmekten de bir türlü vazgeçemiyoruz.
Rüzgar enerjisinde Çin`in yakında 80 GW kapasiteyi yakalayacağı söyleniyor. Keza güneş enerjisinde Almanya örnek gösteriliyor. Bu ülkelerin kendi ürettikleri teknolojiyle bu yatırımları yapmaları mantıklı.
Ama biz samanı bile ithal ederken, rüzgarda 4200 megavat (MW), bir başka deyişle 4.2 gigavat (GW) kurulu güce sahip, güneşte ise hiç esamesi okunmayan bir ülkeyken, onca baraja rağmen hidroelektrikte 20 bin MW`lere anca ulaşmış ülkemizin ülkemizin bu yatırımı yapması babalar gününde çocuğun babasından para alıp da hediye almasına benziyor.
Kısaca, her ülkede olduğu gibi en eğitimliler malesef sayısal olarak en çok tüketenler ve sözde çevreye en duyarlılar.
Ama sen markete bile arabayla giderken, her yıl telefon yenilerken, yazlığı kışlığı, sporu hatta koşusu, basketi, fitnessi için ayrı ayrı ayakkabılar kullanırken, dolabında her ayakkabıya uygun pantolon, her pantolona uygun gömlek, her gömleğe uygun kravat varken, yazın tükettiğin pet şişeler dağ olmuşken, zeytinyağı sabununa dudak büküp kullandığın 3`ü birarada şampuanın masaj terapisine inanırken, daha çoook nükleer santral yapılır, daha çoook dere kurutulur diyorum.
Sloganı da veriyorum: Tüketme, tükensinler!
Hani bir şarkıda "Sen tükenme, beni bitir" diye bir bölüm vardır, bazılarınız hatırlar.
İşte o hesap, teşbihte hata olmaz: Sen tüketme, onları bitir!
Gökhan ÇELEBİ
YAZARLAR
Gökhan ÇELEBİ
- Sen tüketme onları bitir!
Önceki ve Sonraki Yazılar