Bugün, ABD’nin ev sahipliğinde, 40 ülke liderinin katıldığı sanal bir iklim zirvesi gerçekleştirilecek.
Geçtiğimiz günlerde yine bu sayfalarda yayımlanan yazımda; bu tür platformların küresel güçler tarafından iklim meseleleri üzerinden kendilerine ekonomik/politik avantajlar sağlamaya yönelik köşe kapmaca oyunlarına döndürülebildiğini ifade etmiştim.
Bu önermenin bir kez daha doğru çıkıp çıkmayacağını bugün ve yarın yapılacak toplantılarda canlı olarak izleyebileceğiz.
Bununla birlikte, Birleşmiş Milletler Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından 2 gün önce yayımlanan “Küresel İklim Durumu 2020” başlıklı rapora bakılırsa; söz konusu güçlerin iklim yerine yine kendi çıkarlarını öncelemeye devam etmeleri durumunda, kısa süre içinde geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş olacak.
Söz konusu raporda, küresel ısınma sorununun aciliyetine ilişkin çarpıcı saptamalar bulunmakta. Örneğin, 2020 yılının, bu güne kadar kaydedilen en sıcak üç yıldan biri, 2011-2020 döneminin ise kaydedilen en sıcak on yıl olduğu tespit edilmiş. Dahası, küresel ortalama sıcaklığın sanayi öncesi seviyenin yaklaşık 1,2°C üzerinde seyrettiği ve bu seviyenin 1,5°C derecenin üzerine çıkması halinde uçurumun eşiğine gelinmiş olacağı da vurgulanmış.
Rapora göre, bu noktaya gelinmemesi için küresel emisyonların 2030 yılına kadar 2010 yılına göre yüzde 45 oranında azaltılması gerekmekte.
Doğrusunu isterseniz, dünyada fosil yakıtın yarısından fazlası topu topu 4 ülke tarafından tüketilmekte: Çin, ABD, Hindistan ve Rusya. Doğal olarak, küresel karbondioksit emisyonunun yarıdan fazlası da yine bu ülkelerin sorumluluğunda. Dolayısıyla, uçurumun eşiğinden dönülmesi büyük ölçüde bu 4 ülkenin alacağı önlemlerle mümkün.
Bununla birlikte, bu ülkelerin Paris İklim Anlaşması kapsamındaki emisyon azaltım taahhütleri, belirlenen yüzde 45 hedefinin oldukça uzağında bulunmakta. Örneğin Çin, anlaşma çerçevesinde bugüne kadar kapsamlı bir plan sunmak yerine sadece karbon salımının 2030 yılı civarında zirve yapacağını taahhüt etmiş bulunuyor. ABD, emisyonlarını 2025 yılına kadar 2005 seviyesinden yüzde 26-28 düzeyinde azaltmayı, Hindistan, emisyon yoğunluğunu 2030 yılına kadar 2005 seviyesinden yüzde 33-35 oranında düşürmeyi, Rusya ise 2030 yılına kadar 1990 seviyesinden yüzde 25-30 oranında emisyon azaltımını taahhüt etti.
Birleşmiş Milletler’e göre, bu taahhütlerin yerküreyi kurtarması mümkün değil. Bu nedenle, Kasım ayında Glasgow'da yapılacak olan İklim Değişikliği Konferansı öncesinde herkesin kulağı bugünkü zirvede bu dört ülke liderinin söyleyeceklerinde olacak.
Diğer taraftan, zirvenin duygusal(!) boyutlarını da gözden kaçırmamalıyız. Özellikle ABD’nin; güneş panelleri, rüzgâr türbinleri, piller, elektrikli araçlar gibi yenilenebilir enerji alanlarında Çin'in gerisinde kalmaktan ve buradaki küresel gelirlerden yeterince pay alamamaktan rahatsız olduğunu biliyoruz. ABD tarafının, bir yandan “yerkürenin geleceği için” derken diğer taraftan aslında ekonomik çıkarlarından söz ettiği, küresel ısınmaya karşı alınacak önlemleri her zaman ekonomisine olan katkısıyla birlikte değerlendirdiği, elbette bir sır değildir.
Bu açıdan baktığımızda, Çin ve ABD’nin iklim değişikliğiyle mücadelede aynı zamanda giderek daha fazla ekonomik çıkar keşfettiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz ki belki de iklimi kurtaracak olan ironik bir şekilde bu anlayış olacaktır. Bu alandaki çıkar potansiyeli arttıkça bu ülkeler tarafından iklime ilişkin sürpriz hedeflerin ortaya konulması şaşırtıcı olmaz.
Bu noktada, Türkiye için de önemli risk ve fırsatların olduğunu söylemek gerekir. Bir taraftan karbondioksit salımı dünyada en yüksek on yedinci ülke, diğer taraftan Paris İklim Anlaşması'nı henüz onaylamayan son 6 ülkeden biri olan Türkiye’nin emisyon azaltımı konusundaki çekinceleri, geleceğin siyaset, ticaret ve ekonomi dünyasında denklemin dışında bırakılmasına neden olabilir. Bu bakımdan Türkiye’nin bu zirvede söyleyeceklerini dikkatle takip etmekte yarar var.