“Dini ve siyasi çatışma, dilsel karışıklıktan kaynaklanır. Bu, iyinin ve doğrunun ne demek olduğu gibi etik kavramlarla ilgili karışıklığı da içerir. Çatışma, ancak terimleri doğru anlarsak engellenebilir. Öyleyse gerçeği arayan biri, önce kullandığı terimlerin anlamını tanımlamalı.”
İngiliz iktisat okulunun ve İngiliz Aydınlanma felsefesinin öncülerinden Thomas Hobbes’un bu sözleri günümüz anlaşmazlıklarının nedenlerinin tahlilinde hâlâ önemini korumaktadır. İklim değişikliği olgusu hükümetlerin, bilim insanlarının ve toplumun birlikte ilgilendiği konuların başında geliyor. Bu nedenle bilimin ürettiği sağlam bulgular karşısında devlet ve toplum anlaşmaya varsa da iklim değişikliğinin olası sonuçları ve süreleri konusunda toplumsal ve daha büyük ölçüde devletler arası bir mutabakat henüz sağlanabilmiş değil.
İklim, uygarlığa ve geleceğe ilişkin farklı görüşlerin ardında, acil harekete geçilmesi gereken bir telaş öznesinden daha fazlasını kapsayan bir olgu. Politik konuların yerelden küresele hızla şekillendiği bir yaşamsal tartışma alanı haline gelirken, bu yönüyle sermaye ve diğer sosyal sınıflar arasındaki mücadelenin de eksenine oturma potansiyeli taşıyor.
İklim değişikliği oldukça gözlemlenebilir, ölçülebilir ve endişe edilesi bir olgu olduğu halde, sınıfsal, kültürel ve etik yönelimlerimiz iklim değişikliğini farklı şekillerde yorumlamamıza yol açıyor. İklimsel değişiklikler sınıfsal ilişkilerden, ülkelerarası güvenlik ilişkilerine oradan yaşama ve ticarete ilişkin alışkanlıklarımıza kadar her şeyi değiştirirken iklim değişikliği ve bundan kaygılanma düzeyi de sanki mutasyona uğruyor ve yeni anlamlar kazanıyor.
Sel felaketinin ardından şehrine dağlardan kayalar yuvarlanan ve çamur yağan bir yerel yönetici rahatlıkla, başında bulunduğu kendi kurumsal yapısının kusur ve sorumluluğunu unuttururcasına, yaşananlardan iklim değişikliğini sorumlu tutan ve bu sanki kadermiş gibi açıklamalar yapabiliyor. Kişilerin kim olduğu ve nerede durduğuna bağlı olarak, iklim değişikliği olgusu başka anlamlar ve amaçlar için kullanılıyor. Bu farklı bakış açıları, iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel değerlendirmelerden daha hızlı ve yaygın şekilde ilerliyor. Ve bu yönüyle toplumları adeta ideolojik ve politik saflaşmaya doğru götürüyor.
Bu “anlaşamamayı” ve politik saflaşmayı rakamlara dökersek, durumun vehameti daha net şekilde görülür. Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Proğramı tarafından insan faaliyetlerinin neden olduğu iklim değişikliği risklerini değerlendirmek amacıyla 1988 yılında kurulan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) o günden bu yana geçen 32 yılda, insanlığın tüm ortak geçmişinden daha fazla karbondioksiti doğaya saldık.
Sözlerde bir hata yok... Endüstri devriminin başlangıcından buyana insanoğlu 784 milyar ton karbonmonoksit üretti. IPCC’nin kuruluşundan buyana ise yaklaşık 850 milyar ton karbonmonoksit ürettik.
Hadi bir çarpıcı karşılaştırma da ABD’den gelsin... ABD’de Nesli Tükenmekte Olan Hayvanlar Yasası’nın yürürlüğe girdiği 1970’den bu yana tüm dünyada vahşi hayvan popülasyonunun yüzde 68’i yokoldu. Bu bilgilere ve istatistiklere ulaşmak için araştırmacı olmaya gerek yok, internette kısa bir gezinti bu değindiklerimin fazlası hakkında bilgi veriyor.
Konuyla ilgili olarak detaylı bilgilenmek isteyen okurlar Eric Holthaus’un the Correspondent’daki makalesine yahut Doğu Batı Dergisi’nin 24. Sayısında yeralan aynı makalenin Serap Özlü tarafından yapılan çevirisine göz atabilirler.
Fosil yakıtların üretimi ve kullanımı, ormanları ve bitki örtüsünü tahrip etme, endüstriyel tarım, çimento üretimi, alışageldiğimiz tüketim alışkanlıklarımız bizi hızla bir ekolojik çöküşe götürüyor. Güvenli eşik seviye olarak kabul edilenin üzerindeki karbon salımı yapan ülkelere bakıldığında ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Japonya, Almanya, Avustralya, Güney Afrika, İngiltere ve Güney Kore’yi görüyoruz. Ülkemiz ise bu listenin18’inci sırasında yer alıyor. Ve yukarıda adlarını saydığımız ülkeler, sera gazı emisyonunun yüzde 67’lik kısımından sorumlu.
Konuya bu noktadan baktığımızda iklim değişikliği meselesi sadece meteoroloji, coğrafya gibi maddi çevreye ait bilinen alanların dışında sosyoloji ve ekonominin de sorumluluk alanları arasına girmiş durumda. Çünkü konu büyüme, uluslararası ticaret, sermaye gibi ekonomik hayata ait olgularla doğrudan ilgilidir.
Ekonomi biliminin herkesçe malum tanımında olduğu gibi “sınırsız insan ihtiyaçlarının, sınırlı kaynaklarla karşılanması” ve ihtiyaç giderme faaliyetinin merkezine kâr etme motifinin yerleştirilmesi ve kâr etme duygusunun sınır tanımaması Eric Holthaus’un kullandığı irkiltici tasvirle “sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme arzusu”, ıslah edilip, dizginlenmesi gereken bir arzu halindedir.
İnsanoğlu olarak iklim değişikliğinin bize ve dünyamıza karşı oluşturduğu tehdidi görmezden gelmemizi sağlayan cehalet ve insanoğlunun zeki ve/fakat geçimsiz bir tür olması temelli olduğunu düşündüğüm “bilgiden rahatsız olma” hallerini bırakalı epey bir zaman oldu ve başımıza gelecekleri çok iyi öğrendik. Ve doğa her geçen gün bu dersi bize daha iyi belletiyor.
Okuduğunuz yazıya mülhem İklim Değişikliği Konusunda Neden Anlaşamıyoruz adlı kitabında Mike Hulme’nin de söylediği gibi, küresel iklim doğayla bütünleşik olduğumuzu ortaya çıkaran yeni bir alan. Aynı şekilde iklim değişikliği kavramı da ihtiyaçlarımızla birlikte değişmeye devam edecek bir kavram. Bu kavramı, uygarlığımız için daha yaratıcı ve değişken bir durum olarak ele almalıyız. Buna rağmen yine anlaşmazlıklar yaşayacağız. Bu anlaşmazlıkların nedeni, sahip olduğumuz hedeflerde ve değerlerde yatıyor.