Sevgili Okuyucular,
Bu köşeyi takip edenler fark etmiş olmalı, son zamanlarda Enerji Günlüğü’ndeki yazılarımda değişik bir tarz denemeye çalışıyorum.
Gazete ve dergilerde enerji sektörüyle ilgili yazılar genellikle ciddî, ağırbaşlı ve asık suratlıdır. Oysa ben yazılarımda, sadece işin profesyonellerine değil sıradan insanlara da hitap etmek istediğim için daha hafif, esprili ve basitleştirilmiş bir üslûbu tercih etmeye çalışıyorum.
Ayrıca yazılarımda genellikle kendimin de kahramanları içinde yer aldığım yaşanmış olaylardan bahsetmeye çalışıyorum. Tabii onun gerekçesi ayrı...
Bilirsiniz, kurgu (fiction) eserlerin birçoğunun baş sayfalarında şöyle bir ibare bulunur:
“Bu eserde sözü edilen olay, yer ve şahıslar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek olay, yer ve şahıslarla bulunabilecek benzerlikler sadece tesadüften ibarettir.”
Ben ise hep şöyle başlamak isterdim söze:
Burada sözü edilen olay, yer ve şahıslar tamamen gerçektir. Gerçeklikle arada bulunabilecek farklar kasıttan ziyade sadece unutkanlık ve hafıza yanılması olarak izah edilebilir. Ayrıca bilinçaltının kendine yontma hevesi de bunda rol oynamış olabilir. Bu nedenle aynı yerlerde bulunmuş, söz konusu olaylara şahit olmuş diğer kişilerin de söze karışarak düzeltme haklarını kullanmaları daha doğru bir anlatıma kavuşabilmemiz açısından elzemdir.
Değerli okuyucu,
gerçek diyebileceğim olayları anlatırken başkalarından duyduklarımdan ziyade bizzat şahit olduğum olayları anlatmayı tercih ediyorum. Bu nedenle kendimden de bahsetmek kaçınılmaz hale geliyor. Dilerim bu durum, bir nevi kendimi ön plana çıkarma hevesi olarak anlaşılmaz.
Yazılarımın diğer bir özelliği de çoğu zaman olaylar karşısında taraflı ve duygusal yönler taşımasıdır. Bu da bir ölçüde doğal karşılanmalı.
Çünkü hayatım fabrikalarda geçti. Bu yüzden çalıştığım işyerleri ve fabrika insanlarının davranışları hakkında duygusal ifadeler kullanmam bu uzun birlikteliğin doğal sonucu olarak görülmelidir.
Bir diğer duygusallık ve taraflılık ise yerli linyit kömürüyle çalışan termik santrallarla ilgilidir. Türkiye’de bu tür santrallarda elektrik üretimine daha fazla sempati ile baktığımı saklamıyorum. Bunun sebebi sanayide en fazla termik santrallarda bulunuşum olabileceği gibi Türkiye’de en fazla bulunan birincil kaynak olarak yerli linyit rezervinin elektrik üretiminde değerlendirilmesinin en doğru politika olduğuna yönelik kesin inancımdır.
Yerli linyite dayalı santrallerin hem teknik tasarım ve işletme verimi açısından sorunlu, hem de çevreyle ilgili birçok probleme yol açtıkları da doğrudur. Ama tüm bu problemlerin de biz mühendislerin gayreti ile çözülebileceğine inanıyorum.
Değerli okuyucular, Yatağan Termik Santrali’nde çalıştığım dönemde, işçi ve mühendislerimizin kollektif çalışmasıyla problemlerin birçoğunu gözle görünür bir şekilde çözümleyebilmemiz de bunun temelsiz bir inanç olmadığını gösteriyor.
Benim burada yapmaya çalıştığım şeyi benden çok daha iyi bir şekilde başarabilecek bilgi ve tecrübeye sahip başka arkadaşlarımızın olduğunu da biliyorum. Benim onlara göre tek üstünlüğüm, edebiyatçı tarafımın mühendislikten bile daha ağır basmasıdır.
İlkokuldan itibaren kitap kurdu oluşum nedeniyle Lise 2’de önce edebiyat bölümünü seçmiştim. Ama bir de baktım ki okulda ne kadar hayta ve çift dikişli varsa hepsi edebiyat bölümüne doluşmuş. “Bu sınıfta edebiyat bile yapılmaz!” deyip Fen bölümüne transfer oldum.
Liseyi bitirince de üniversite sınavlarında hiç ummadığım yüksek bir puan tutturunca, bu puanlar da başıma dert oldu. Aslında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gitmek istiyordum. Ama bunu duyanlar üstüme yürüyüp “Aptal olma! Siyasal mezunlarını artık kaymakam bile yapmıyorlar!” diyerek beni el birliğiyle ve zorla mühendisliğe itelediler.
Çaresiz kabul ettim. Ama şansım yaver gidip de fabrika hayatının tadını alınca mühendisliği de sevdim. İş hayatım boyunca çok mutlu oldum. Mutlu olabilmek için iş saatlerinin bitimini iple çekenlere ise hep acıdım.
Hani bilirsiniz, bazen görücü usulü evlenenler, bilerek-anlaşarak evlenenlerden bile daha mutlu olurlar ya, işte öyle. Ve bu yüzden bazen kendime “Görücü Usulü Mühendis” diyorum.
Ama edebiyatla da bağım hiç kopmadı. Hatta bazen, edebiyatta ve sosyal bilimlerde daha başarılı olmak için fen bilimlerinin bakışına sahip olmanın önemini görüp gururlanıyorum.
ODTÜ’de çok yakın bir sınıf arkadaşım vardı: Tuncer Günay. Bir gün onunla sosyal konuları tartışırken, birden beni durdurup, benim kullandığım bir kavramın tanımını sordu. Ben şaşırdım, “Ama ne gerek var, bu kavramın ne olduğunu herkes bilir!” dedim. “Hayır, olmaz” dedi, “Bu kavramın tanımını vermezsen bundan sonra söyleyeceklerinden hiçbir şey anlamayabilirim.”
İşte mühendislik bakış açısı buydu!
(Ama hayat bu kadar prensipli değildi herhalde. Master’ı bitirince Tuncer benim çalıştığım fabrikaya geldi, fikrimi sormak için: “Doktora’ya devam edeyim mi, etmeyeyim mi?” diye soruyordu. “Bana kalırsa Türkiye’de master yapmaya bile gerek yok, ben yapmadım zaten. Doktora’yı filan boşver, bir an önce iş hayatına atıl, doktorada kazanacaklarından çok daha fazlasını kazanırsın…” dedim. Ama o beni dinlemedi, Doktora’ya devam etti, Ayhan Türeli Hoca ile Brezilya’ya gitti. O ülkenin yüksek gerilim şebekesi üzerinde çalışmalar yaparken, birden intihar ettiği haberini aldım. Nedenini öğrenemedim, yıllar sonra Ankara’ya döndüğümde okula uğrayıp Ayhan Hoca’ya sorayım dedim ama onun da birkaç yıl önce aramızdan ayrıldığını duydum.)
Hayat buna benzer acı tatlı bir sürü karışıklık ve tesadüfle dolu geçti, geçiyor.
Benim burada anlatmaya çalıştığım şey fabrika insanlarının, özellikle mühendislerin ve daha da özelinde termik santrallarda çalışan mühendislerin hayatıdır. Çünkü en fazla onların arasında çalıştım ve en çok onları biliyorum.
“China Syndrome” filminde, nükleer santralda vardiya mühendisi rolündeki Jack Lemmon, bir yandan arızayı tespit etmek ve gerekirse santralı durdurmak için can havliyle çalışırken, bir yandan da çarpıcı haber kapabilmek uğruna habire onu sıkıştıran Gazeteci rolündeki Jane Fonda’ya en sonunda patlıyordu: “Bana bak! Ben bu santralda 20 yıldır çalışıyorum. Bu santral benim çocuğum gibi. Onun aleyhine kullanılabilecek tek kelime alamazsın ağzımdan.” İşte o mühendisi anlıyorum ben. Buna benzer şeyleri yaşayan çok arkadaş gördüm çünkü.
İnanıyorum ki, yazılarımı okuyan, ilave bilgiler eklemek isteyen arkadaşlarımızın da katkılarıyla çok ilginç bir tarih çıkacak ortaya. Bunları bir araya getirince belki de enerji sektörümüzün sadece teknik değil, aynı zamanda insancıl bir tarihini de görmüş olacağız.
Bilebildiğim kadarıyla bu henüz yapılmış bir şey değil. Sadece TEK’in en uzun süreli Genel Müdürü Sayın F. Behçet Yücel’in 1997 yılında yayınladığı “Yüksek Gerilimli Yıllar” başlıklı 70’li yılları anlatan çok sevimli, esprili ve duygusal kitabını ayrı bir yere koyuyorum.
Kim bilir, belki de yapmak istediğim buna benzer bir şey...