1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. Dünyada kaçacak delik kaldı mı?
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Dünyada kaçacak delik kaldı mı?

O eski zamanların çobanlarını hatırlıyorum. Köyde koyun sürüleri, keçi sürüleri olurdu. Çobanlar, hiç bilmediğimiz uzak yerlerden çıkıp gelirlerdi. Ailesi, çoluk çocuğu olmayan, bekâr yaşayan, yarı-vahşi garip adamlardı.

Kimse onların kim olduklarını, neci olduklarını, hırsız mı, uğursuz mu, kaçak mı olduklarını bilmezdi… Gelirler, bir sürü sahibi ile senelik anlaşma yaparlar, sonra köyün dışında uzaklarda bulunan sürünün başına giderlerdi. Sene sonuna kadar dönmezlerdi. Köye bile pek uğramazlardı. Yemekleri, erzakları köyden gönderilirdi.

Yıl sonu geldiğinde, sürü sahibi ile hesap keserler, anlaştıkları parayı alıp İzmir’e giderlerdi. O parayı barlarda, pavyonlarda, kadınlarla veya kumarda son kuruşuna kadar harcayıp ya yine bizim köye çobanlık yapmaya gelirler veya başka uzak diyarlara doğru ortadan kaybolup giderlerdi. 

koyun-cobani.jpg

O zamanlar hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolup gidebilmek mümkündü. Bunun büyük bir nimet olduğunu nasıl bilebilirdim?

ÇOBANLIĞI SEÇEN UZMAN CERRAH

Yıllar sonra 1999 yazında İzmir’de Dokuz Eylül Hastanesi’nin Genel Cerrahi bölümünde ağır bir ameliyat geçirdim. Kıl payı kurtuldum. Dokuz Eylül Genel Cerrahi Bölümü’nde Türkiye’nin en yetenekli doktorları vardı. Meselâ, karaciğer nakli gibi zor ameliyatlar sadece orada yapılabiliyordu. (Ama benimle aynı tarihlerde, aynı doktorlar tarafından ameliyat edilen Şair Can Baba maalesef benim kadar şanslı değildi.)

Hastaneden çıktıktan bir süre sonra, beni ameliyat eden doktorlardan biri olan Prof. Dr. Hüseyin Yavuz Astarcıoğlu hakkında gazetelere çok ilginç bir haber düştü:

“İZMİR’de karaciğer nakilleriyle adını duyuran 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Yavuz Astarcıoğlu, aynı bölümde görev yapan uzman doktor G.A.Y.’ye tecavüz etmek suçundan 6 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı. Kararın onanmasının ardından Prof. Dr. Astarcıoğlu üniversitedeki görevinden ayrılıp ortadan kayboldu ve ancak 951 gün sonra Manisa’da yakalandı. Güvenlik güçleri ve interpol tarafından da kırmızı bültenle tüm dünyada aranan Prof. Dr. Astarcıoğlu uzun süre bulunamadı. Polis gelen yüzlerce ihbarı değerlendirdi. Bu ihbarlardan bir tanesinde Prof. Dr. Astarcıoğlu’nun Fethiye’nin bir dağ köyünde çobanlık yaptığı belirtildi. Adı geçen köye giden polis, Prof. Dr. Astarcıoğlu’nun polis gelmeden önce kaçtığını tespit etti.”

Benim çocukluğumda, yani 60’lı yıllarda bu iş başına gelseydi, eminim ki Prof. Dr. Astarcıoğlu kolay kolay yakalanamazdı. Ama artık dünya o dünya değildi. Prof. Astarcıoğlu’nun seçtiği yöntem çok akıllıca olsa da, yani bütün o kariyeri, eğitimi, uzmanlığı filân bir yana bırakıp uzak bir dağ köyünde çobanlık yapmak bile onu kurtaramamıştı.

Michelangelo Antonioni’nin 1975 terihli The Passenger (Yolcu) isimli filminde de buna benzer bir öykü anlatılır. Hayatın anlamsızlığından sıkılmış gazeteci David Locke, gerillalarla röportaj yapmak için gittiği bir Kuzey Afrika ülkesinde, otelde tanıştığı bir arkadaşının ölmesi üzerine onunla kimlik belgelerini değiştirip yeni kimliği ile yeni bir hayata başlamaya karar verir. Ama, modern dünyada kaybolup gitmenin ve başka bir insanın yerine geçmenin sanıldığı kadar kolay olmadığını kısa sürede anlayacaktır.

HÂLÂ KEŞFEDİLMEMİŞ BAKİR YERLER VAR MI?

Bazen düşünürüm: Çocukluğumuzda hayallerimizi süsleyen o “balta girmemiş ormanlar”, “insan ayağı değmemiş kara parçaları” var mıdır hâlâ? Artık emin olamıyorum…

Barbet Schroeder’in 1972 yılı yapımı yarı-belgesel La Vallée (Vadi) isimli filminde Papua Yeni Gine’de böyle bir yer anlatılır.

Film’in başında, bir uçaktan çekilmiş görüntülerin eşliğinde dış ses aşağıdakileri anlatır:

Yeni Gine’nin ortasında bulunan bu dağlar, 1954 yılında Avustralyalılar tarafından keşfedildi. Fakat oraya giden hiçbir yol yok. Orası ulaşılamaz durumda. Şu anda henüz ayak basılmamış yerlerin üzerinde uçuyoruz. Buraları haritada göremezsiniz, çünkü üzeri sürekli bulutlarla kaplıdır. Buralar meçhul yerlerdir.”

Filmde, oyuncular arasında şöyle bir konuşma geçer:

“Gaetan: Aslında çeşitli defalar keşfedildi burası. Fakat oraya gidenler asla geri dönmediler. Orada kaldılar.

Viviane: Neden?

Gaetan: Çünkü orası Cennet!”

la-valle-filmi-afisi.png

Filmde çocuklarıyla birlikte genç bir Hippi grubu bu Cennet’i keşfetmeye çıkarlar. Ama göründüğü kadar kolay değildir bu iş. Önce yol biter, arabalarını bırakmak zorunda kalırlar. At kiralayarak yola devam ederler. Ancak bir süre sonra eğim atların bile gidemeyeceği kadar dikleşince yola yaya olarak devam etmek zorunda kalırlar. Günlerce, vahşi doğanın zorluklarıyla boğuşarak, aç bilaç sürünerek neredeyse ölmek üzereyken uzaktan vadiyi görürler. Film orada biter. Biz ne vadiyi görebiliriz ne de o cesur grubun geri dönüp dönmediğini anlayabiliriz. Ama eminim ki, Pink Floyd’un müzikleri ile örülü bu güzel film, modern hayatın çeşitli baskılarına isyan eden o dönem gençliğini çok heyecanlandırmıştır.

Hep merak etmişimdir, Şimdi “medeniyet” orayı da fethetmiş midir acaba...

Geçenlerde Google Earth’ten kontrol ettim. Oraları hâlâ ormanlarla kaplı görünüyor. Ayrıca, ormanların tahribini önlemek için ve aynı zamanda orada yaşayan yerli halkın geçimini sağlamak üzere “April Salome Forest Management Area” isimli bir uluslararası kredi fonu kurulmuş. Zengin ülkelerde ağır sanayi işleten ve sera gazı emisyonu üreten şirketler bunun karşılığında buradaki ormanın ayakta tutulması ve bu şekilde karbon dengesinin muhafaza edilmesi için bu fonları satın alıyorlarmış. İlginç bir mekanizma! İnşallah işe yarar…

Gerçi şu anda Corona Virüs sayesinde sera gazı emisyonları epeyce azalmıştır sanırım. Ama diğer yandan, “kaçacak bir delik bulma ihtiyacı” her zaman için insanlığın gündeminde.

DANTE VE DEMOKRASİ

Demokrasi’nin çeşitli tanımları var. Bunlardan birisi bana epeyce somut ve gerçekçi görünüyor:

“ ‘Demokrasi’, eninde-sonunda bir sığınak ve bir barınak bulma işidir ve ayrıca, “demokrasi” eğer tarih sahnesine çıkmışsa, (Rönesans öncesi Kuzey İtalya şehir devletlerinde yaşanan bu dönem) son derece kısa kalmıştır. Başkaldıran insanın, başkaldırısının davet ettiği tehlikelerden masun olarak barınabileceği bir yer yoksa, demokrasi yok demektir.

Floransa’da, o tarihte birisi Papa, bağımsızlık ve diğeri İmparator, Almanya yanlısı, iki parti vardı. Parti mücadelesi sertti, yenilen malını ve mülkünü kaybediyordu, (Papa yanlısı olan) Partisi yenildi ve Dante idama mahkûm oldu, ölmemek için başka bir şehre gitti, sığınak ve barınak buldu. Eğer düşünmeye ve düşündüklerini savunmaya devam edebildiyse, bunu bir barınak bulabilmesine borçludur.”

(Yalçın Küçük, Tekeliyet 2, İthaki Yayınları, İstanbul, 2003, sayfa 15-17)

O çok şikayet ettiğimiz Soğuk Savaş döneminde, her iki blokta baskı altında kalan insanlar bir yolunu bulup sınırı geçebildi mi, biraz nefes alma olanağına kavuşabiliyorlardı. Bu sayede Aleksandr Soljenitzin de, Nazım Hikmet de hayatta kalıp üretimlerine devam edebildiler. Ama duvarın yıkılmasından sonra bu imkân da ortadan kalktı. Artık dünya tek bir dünya haline geldi. Nereye kaçarsanız kaçın, istihbarat servislerinin ulaşamayacağı güvenli bir yer bulamıyorsunuz artık. İster Çakal Carlos olun, ister Julian Assange olun, zülf-ü yâre dokunacak işlere kalkıştığınız zaman iğnenin deliğine saklansanız bile işin kurtuluşu yok.

CORONA VİRÜSÜN İLÂVE ETKİSİ

Şimdi de ne zaman ve nasıl biteceği bir türlü kestirilemeyen bu Corona Virüs’ün ileride yeniden yayılmasını önlemek üzere tek çare olarak, insanların tek tek takibini sağlayacak elektronik denetim sistemleri üzerinde tartışılmaya başlandı. Demek ki, bu virüsten geçici olarak kurtulsak bile, bundan sonra hep ensemizde çiplerle dolaşacağız anlaşılan…

Ben ki, İzmir’de oturduğum eve 5 kez hırsız girmesine rağmen pencerelere demir taktırmayı hiddet ve şiddetle reddetmiştim. Ne yani, hırsız girmesin diye kendi kendimi kendi evimde hapse mi tıkacaktım? Tek çare evde çalınacak değerli bir şey bırakmamaktı. Nitekim bir süre sonra hırsızlar da bıktı bu beyhude çabadan, artık uğramaz oldular. Çünkü evde muhafaza ettiğim en değerli şeyler eski dergi koleksiyonları ve şimdi sahaflarda kapışılan ilk baskı kitaplardı. Allahtan bizim eve giren hırsızlar epeyce kültürsüz takımından olsalar gerek, gözüm gibi baktığım bu hazinelere ellerini bile sürmediler.

Apartmanın girişine kamera konulmasına da her zaman karşı çıktım. Özel hayatıma gereksiz bir müdahale saydım bunu.

Peki şimdi, corona virüs korkusuyla çok daha beterine razı olacak mıyız?

Daha hükümet 65+ yasaklarına başvurmadan bile önce gönüllü hapisliğe razı olduğumuza göre, haydi hayırlısı…

Önceki ve Sonraki Yazılar