Çevre yönetimi süreçlerinde, temsili demokrasilerin yerini çok hızlı bir şekilde katılımcı demokrasiler alıyor. Bir çok batı ülkesi, daha ikinci dünya savaşının hemen ardından, çevre yönetim felsefelerinin merkezine halkın katılımını koyarken, öncülüğü 1946’da katılımcılığı devlet eliyle teşvik eden bir yasayı uygulamaya koyan ABD çekiyordu. Şu anda sözünü ettiğimiz vekatılımcılığa geçiş yaptığını söylediğimiz ülkeler ise, gelişmekte olan ve az gelişmiş kategorisindeki ülkeler. Çünkü çevre yönetiminde başarının anahtarı, halkın dahil edildiği karar verme süreçleri.
Gelişmiş batı ülkelerinin çevre sorunlarıyla mücadelede geldikleri nokta, geçmişte benimsedikleri çevre politikalarının ne kadar gerçekçi ve katılımcı bir temele oturtulduğuyla ilgili. İsveç bu alanda örnek ve çevrenin korunmasında dünyanın en başarılı ülkelerinden birisi konumunda. Bu kesinlikle bir tesadüf değil.
İsveç’in başarısındaki en büyük etkenlerden birisi, ülkede hem çevre politikalarının oluşturulmasında hem de uygulanmasında, tam katılımı sağlayan ve hiyerarşi barındırmayan, akılcı bir ‘çevre yönetimi’ geleneğinin, çok önceden benimsemiş olması.
Bu ülkede, daha 19. yüzyılda çevrenin korunması bilimsel olarak tartışılmaya başlanmış; İsveçli bilim insanı Svante Arhenius, bugün en büyük çevre felaketi olan iklim değişikliği ihtimalini daha 1896’da öngörmüştü. O günden bu güne bilimsel gerçekleri rehber edinen bir anlayışla hareket eden İsveç’in başarı rehberi, tüm ülkelere örnek olacak nitelikte.
İsveç’in kurt sorunu
Çevre kirliliği sorununu çözmüş, atıkların geri kazanımı konusunu neredeyse gündeminden çıkarmış olan ülkede, ormanlarda yaşayan kurt nüfusunun 250 civarında mı tutulması, yoksa 500 adete çıkmasına izin mi verilmesi gerektiği tartışılıyor. Uzun zamandır bu konuda toplantılar düzenleniyor; anketlerle halkın ayrı, çevrecilerin ayrı, avcıların ayrı, üniversitelerin ayrı, ormanlık arazide yaşayan çocuklu ailelerin ve kurtlardan zarar görme ihtimali olan besici çiftçilerin ayrı ayrı görüşleri alınıyor. Kapsamlı bir etki değerlendirilmesi yapılarak, kurtlar konusunda en doğru kararın alınmasına çalışılıyor.
Bu mekanizma, çevreye ilişkin alınacak her karar için aynı katılımcı mantıkla işliyor. Ülkede, ne kötü gülüşlü bir bakan, ne de herhangi bir kurum, kurtlar, ırmaklar ya da çevreyi etkileyecek diğer konularda karar alabiliyor. Bütün izinler kapsamlı incelemelerin ardından veriliyor.
Devlet, tepeden inme uygulamalar yerine, çevreyi etkileyecek kararları halka bırakıyor. Çevre Bakanlığı ve ilişkili diğer yerel yönetimlerin görevi, en doğru kararların verilmesine yardım edecek katılımcı mekanizmaları harekete geçirmek; bilgi, maddi destek ve teknik inceleme süreçlerine katkıda bulunmak
Çevreye zararlı faaliyetler için entegre izin İsveç çevre mevzuatının temelini oluşturuyor. Yani bir endüstrinin olası tüm yan etkileri; toprak, su, hava ve diğer alanlardaki sonuçları ile, alınacak koruyucu önlemler bir bütün olarak değerlendiriliyor ve izinler buna göre veriliyor.
HES’ler ve Türkiye’de katılımcılık
Böyle bir ülkede yaşarken insan, Türkiye’de uygulanan çevre politikalarının tam bir demokrasi garabeti ve çevre etiği yoksunu olduğunu daha iyi görüyor ve kahroluyor. Türkiye’de hidroelektrik santrali (HES) kurulacak binlerce alanda, bırakın insanlarımızın ihtiyaçlarının dikkate alınmasını ya da bilimsel bir “havza etki değerlendirmesi” yapılmasını; doğanın yasam kaynağı ve en hoş cıvıltısı olan ırmak ve dereciklerin bir sonraki yıl ne olacağının bile ciddiyetle incelenmemesi, dehşet verici.
Türkiye’de halkın HES’lere karşı gösterdiği olağanüstü direnç ve daha gerçekçi kararlar için mücadele azmi, umut vaat ediyor. Ancak mücadele faaliyetinin, bölgesel ve nehir bazlı çalışmalara ek olarak, Türkiye’de ivedilikle kurumsal değişikliği talep eden bir içeriği de benimsemesi, gelişmiş ülkelerdeki katılımcı mekanizmaların ülkemizde de kurulmasına katkıda bulunabilecektir.
Türkiye’de çevre konularında katılımcılığın arttırılması çok dile getirilen ve sözde üzerinde çok çaba sarf edilen bir konu. Ancak baktığınızda çalışmaların, seminerler ve bir takım eğitim programları ile özel sektörün ve üniversitelerinbol reklamlı katılımcılık konferansları olduğunu görüyorsunuz. Burada ciddi bir kavram kargaşası var görünüyor; çünkü çevre konularında katılımın arttırılması demek özetle insanları, halkın katılımına olanak veren mevcut karar mekanizmalarında varlık göstermeye teşvik etmek, ya da hangi platformda hangi sorumlulukları üstlenebilecekleri konusunda bilgilendirmek ve yönlendirici olmak demektir.
Eğer etkili olacağınız bir mekanizma yoksa, istediğiniz kadar bilinçli olun, hiç bir işe yaramayacaktır. İşte, minicik derelerine HES kurulan Anadolu insanımızın bilinci ortada. Ama var mı ülkemizde böylesi güçlü bir bilincin temsil edildiği bir platform?
YAZARLAR
Emine Karakitapoğlu
- Çevre yönetiminde hiyerarşi olmaz
Önceki ve Sonraki Yazılar