Soma maden ocağında yaşanan son facia bir kez daha temiz enerji konusunda artık sözden öte somut adımlar atmamız gerektiğini gösterdi.
Türkiye bu konuda bazı önemli kararlar aldı. Öncelikle 2011 yılında Yenilenebilir Enerji Kanunu’nu çıkardı ve Enerji Bakanlığı 2023 yılına kadar toplam elektrik üretiminin yüzde 30’unu yenilenebilir enerjiden sağlama hedefi koydu.
Konulan bir hedefin ne kadar samimi olduğunu anlamanın en kestirme ve kesin yolu katedilen yola bakmaktır. Bu konuda katedilen yol ise, HES’leri hesaba katmadığımızda sadece yüzde 4. Evet yanlış duymadınız, yüzde 3.1’ini rüzgar enerjisinin oluşturduğu yüzde 4.
Hidroelektrik santralleri ayrı ele almamın nedeni uygulamada ‘temiz’ niteliğini önemli ölçüde yitirmiş olması. Kuraklığın dünyanın gündeminde olduğu bir dönemde zaten debisi azalmış derelere abartılı sayılarla kurulan bu santraller kelimenin tam anlamıyla kaş yaparken göz çıkarmaya benziyor. HES’lerin temiz niteliğini hak etmeleri için çevrenin konumuna, doğal yapısına en uyumlu şekilde ve kar hırsı mümkün olduğunca törpülenerek yapılması, en azından dengenin gözetilmesi gerekiyor.
Rüzgar enerjisinde yatırım izin süreci ülkemizde ortalama üç yıl sürüyor. Bu göreceli olarak kabul edilebilir sınırlarda bir zaman dilimi. Ama hala çok uzun ve uğraştırıcı. Üstelik çok olmasa da bazı uygun olmayan arazilerde sırf kar hırsı ile bazı rüzgar projelerinin geliştirilip uygulanmaya çalışıldığını da biliyoruz.
Güneşte ise durum bambaşka. Güneş enerjisine nedense üvey evlat gibi davranıldığını söylemek sanırım mümkün. Güneşe yatırım yapmak isteyenler bir dizi tuhaf ve anlamsız zorluklarla karşı karşı kaldılar; güneş yatırımcısına güneş enerjisi potansiyelini ölçme zorunluluğu getirildi, kendi aralarında yarıştırıldılar, sadece on yıllığına 13,3 dolar/cent gibi komik bir teşvik verildi, yerli güneş paneli üreticileri için değil de bunu kullanacak olanlara ek teşvik öngörüldü, ağır KDV oranlarında tabi tutuldular. Bir de tuhaf bir şekilde güneş yatırımlarına sınırlama getirildi. Sonuç: Dünyada güneş enerjisi kurulu gücü 136 bin megavat (MW) seviyelerindeyken, Türkiye’nin kurulu gücü 20 MW düzeyinde.
Bütün bunlara karşılık Türkiye’nin kömüre yaklaşımına bir bakalım.
Kyoto Protokolü’ne taraf olmayan, ormanlarını büyük bir hız ve hırsla yok eden Türkiye, şuanda elektrik üretiminde yüzde 19 olan kömürün payını 2023`e kadar yüzde 40’a çıkarmayı planlıyor. Bunun için de nasıl canla başla çalıştığı açık. Ama bunu, zengin tarımsal arazileri talan etmeden, maden ocaklarında en yüksek tedbirleri alarak ve en modern çalışma koşullarını sağlayarak, taşeronlaşmayı engelleyerek değil, bütün kural ve kaideleri çiğneye çiğneye, insan hayatını sıfırlaya sıfırlaya, ‘sımsıkı’ ilişki içinde bulunduğu özel şirketlerle kol kola, omuz omuza yapıyor. Bir şirkete 7 yılda 70 milyarlık ihale veriyor, hatta ihaleye bile gerek görmeden ek sözleşmelerle işi kapatıyor, maden şirketi de buna karşılık elinden geleni yaparak maliyetleri 140 dolardan 23,80 dolara indiriyor ve planlanandan yüzde 47 daha fazla kömür üretiyor. Sonrada olay resmi rakamlara göre, “301” maden işçisinin ölümü ile ‘kapatılıyor’.
Evet, Türkiye’de kömür yatırımlarının önü son derece açık görünüyor.
Kısacası,önüne 2023 yılına kadar toplam elektrik üretiminin yüzde 30’unu yenilenebilir enerjiden sağlama hedefi koyan Türkiye’de başta devlet yetkilileri olmak üzere herkes temiz enerjinin geliştirilmesi konusunda hemfikir. Uygulama ise göründüğü kadarıyla şimdilik kimsenin işi değil. Çünkü bu, umutla beklenen temiz siyaset ve temiz vicdanların işi.