Değerli Enerji Günlüğü okuyucuları, Türkiye enerji tarihinin isimsiz kahramanları vardır. Bunların hepsini bulmak, anlatmak bir ya da birkaç kişinin altından kalkabileceği bir iş değil. Ama biz bir ucundan başlayalım, gerisini getirecek birileri de mutlaka çıkacaktır demiştik.
Ve yavaş yavaş yol almaya başladık. Yazdıklarımıza dair gelen telefonlardan, e-posta mesajlarından anladığım kadarıyla doğru yoldayız. Ve bizim hatırlamadığımız başka hikayeler de yavaş yavaş ortaya dökülecek anlaşılan Ki zaten istediğimiz ve beklediğimiz de buydu. O halde devam edelim...
Ambarlı Fuel-Oil Santralı’nın idare binasının üst katında, arkada santrala bakan tarafta küçük bir oda vermişlerdi ona. Biz stajyerler, Mehmet Ertaş, Musa Öztufan ve ben sık sık odasına gider anlattıklarını dinlerdik.
1930’lu yıllarda santralcılık eğitimi için Sovyetler Birliği’ne (SSCB – CCCP) gönderilenlerden biriydi. Anlattığına göre, oraya gittiklerinde, ders veren bir Rus uzman önce bizimkilere bildiklerini sormuş, tahtaya yazmalarını istemişti. Sonra bizimkilerin yazdıklarının üzerine tebeşirle büyük bir çarpı atmış, “Bunları unutun!” demişti. Daha sonra da, işin başından başlayarak, termodinamik dahil, bir çok şey öğretmişlerdi. İki yıl kalmışlardı orada.
Türkiye’ye döndüklerinde başta merkez Silahtarağa Santralı olmak üzere, pek çok santralda (Çatalağzı, Tunçbilek, Soma) türbin bakımlarına gitmiş, bir sürü usta türbinci yetiştirmişti.
Artık çok yaşlıydı. O kadar yaşlıydı ki ağzındaki dişler epeyce eksilmişti. Bu yüzden, sürekli dudaklarının arasında duran Birinci sigarası ağzında tutamadığı tükürükler ile ıslanıyor, ıslandıkça sigarayı daha da içeriye itiyor, bir süre sonra ağzının içi erimiş sigara kâğıdı ve ıslak tütünle doluyordu. O zaman, bizimle konuşmasına biraz ara veriyor, ağzında birikmiş, damağına yapışmış tütünleri işaret parmağıyla sıyırıp dışarı çıkarıyor ve masasındaki küllüğe bastırıyordu. O kadar sevimli bir ihtiyardı ki, normal şartlar altında insanı epeyce tiksindirebilecek bu hareket bile nedense bize çok doğal görünüyordu.
Santraldaki herkes gibi biz de ona Gül Baba diyorduk. Ben lâkabı zannediyordum, meğerse soyadıymış. Yıllar sonra, bir sohbetimiz sırasında, Ambarlı’nın gediklilerinden arkadaşım Tacettin Memiş söyledi bunu bana. Adı Mustafa Gülbaba’ymış bizim ihtiyarın.
İdare binasının arka tarafında, gözden ırak, küçük bir oda vermişlerdi ona. Ara sıra ortadan kaybolur, santralın içinde bir tur atıp gelirdi. Kimse dikkate almasa da, zaman zaman santralın işletmesi ile ilgili eleştirilerde bulunur, kendi kendine atıp tutardı. Ama artık ona herhangi bir görev veya sorumluluk verdikleri yoktu. Besbelli ki, onca yıllık emeğine karşılık, Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) bir vefa duygusuyla, ona kolay kolay kopamayacağı santral atmosferinde bir yer sağlamış, bir süre daha böyle mutlu yaşamasına müsaade etmişti.
…
Yıllar sonra, 1990’lı yıllarda Tansu Çiller hükümeti zamanında alınan bir kararla, birçok devlet işletmesinde olduğu gibi Yatağan Termik Santralı’nda da 25 yılını dolduran bütün işçileri kapının önüne koymuştuk. Çok ters gelmişti bize bu karar.
Evet, santralda işten atılacak bir sürü işe yaramaz, döküntü adam vardı. Ama onları atmak için illâ ki 25 yıl beklemek ne kadar saçma görünüyorsa, hayatlarının en verimli çağında, en usta, en tecrübeli teknisyenleri işten atmak da o kadar yanlış görünüyordu bize.
Meselâ, Türbin Bakım’da ustabaşı Ruhi Ürün bunlardan biriydi. Üstelik Sendika temsilcisiydi. İstese, bazılarının yaptığı gibi sendika gücünü arkasına alıp bu işten paçayı sıyırabilirdi.
Hatta söylediklerine göre, sendika bile kendisine teklif etmişti bu “örgüt torpili”ni. Ama kabul etmedi. Hem kendi arkadaşlarına karşı böyle bir “yamuk” yapmak hoşuna gitmiyordu, hem de kırılmıştı. “İstenmediğim yerde kalmam ben” dedi ve bıraktı gitti.
Yıllarca ENKA’da, dünyanın dört bir yanında çalıştı, türbinler söktü, türbinler monte etti. En son Irak’ta, Çalık Enerji’nin bir projesinde çalıştı. Hem de IŞİD tehlikesinin en yoğun olduğu Felluce yakınlarında bir projede. Bütün bunlar da gösteriyor ki, verimli bir işletme için Ruhi Usta ha deyince bulunacak adamlardan değildi, hele 25 yılı doldurdu diye kapı önüne konulacak bir adam hiç değildi. Bu ona karşı bir ayıp olduğu kadar, işletme için de büyük bir kayıptı. Zaten bu tür yanlışların gitgide artıp birikmesi ile bir süre sonra santral iflâh olmaz hale geldi.
Meselâ 2001 yılında 3. Ünite yüksek basınç türbinini açtık. Ama açtığımıza, açacağımıza pişman olduk. Biraz iş bilmezlikten, biraz da bazı kamu işçilerinin o bitmek tükenmek bilmeyen fazla mesai iştahı ve ahlâksızlığı yüzünden iş uzadıkça uzadı, 6 ayda kapatamadık türbini.
Ruhi Usta sonunda artık çalışmayı bıraktığında yeniden Yatağan’a döndü. Aslen Ödemişli idi ama Yatağan’a yerleşti. Son telefon görüşmemizde “Ne yapayım” diyordu, “En çok eş, dost, arkadaş olan yer, bizim memleket diyebileceğimiz tek yer burası, Yatağan!”
…
Yıllarca gözardı edilmiş, ancak 1990’lı yıllardan sonra yeniden keşfedilmiş çok değerli bir yazarımız var: Nahid Sırrı Örik. Babasının saray mütercimi olması nedeniyle biraz Sultan Hamid’çidir ama değme solcudan çok daha gerçekçidir eserleri. Bu yüzden “Türkiye’nin Balzac’ı” derim ben ona. Hele arka planında 2. Meşrutiyet ve 31 Mart olaylarının anlatıldığı “Sultan Hamid Düşerken” romanı bence edebiyatımızın şaheserlerinden birisidir. (Ama adından başlayarak her şeyini tahrif ettikleri o rezalet filmi seyretmeyin sakın, siz romanı okuyun…)
Sultan Hamid Düşerken romanını okursanız, bir süre sonra Nahid Sırrı Örik’in müptelâsı olabilirsiniz. Ama onu okurken bir şeyi hayretle siz de fark edeceksiniz. Romanlarında, hikâyelerinde hiç olumlu bir karaktere rastlayamazsınız. Kahramanların hepsi birer kötülük timsalidir: Kıskanç, içten pazarlıklı, ihtiraslı, mal-mülk peşinde birbirini yiyen, birbirinin kuyusunu kazan, ruh hastası, hırsız, hatta kıyıcı kişiliklerdir bunlar.
Ben Nahid Sırrı Örik’ni hemen hemen tüm eserlerini okudum. En sonunda, sadece bir hikâyesinde olumlu bir insan bulabildim: Muhafaza Memuru Abdurrahman Efendi.
Bu zatın kendisi gümrük idaresinde muhafaza memurudur. Yaptığı işi dünyanın en şerefli vazifesi kabul eder. Bu yüzden terfi etmeyi bile hiç aklına getirmeden mutlu-mesut çalışan bu alçakgönüllü insan 65 yaşında emekli edildiğinde dahi, ömrü boyunca gururla taşıdığı üniformasını üzerinden çıkarmayı bir türlü kabullenemez.
Demek ki diyorum, bu toplumun bir sürü eziyetini çekmiş, dışlamasına maruz kalmış Nahid Sırrı Bey. Ve yaşadıklarının etkisiyle de anlattığı bütün karakterlere az veya çok bir kötülük bulaştırsa da, sadece çalışan, emeğiyle geçinen ve işini seven bu insana kıyamamış, anlattığı onca kahraman arasından bir tek ona ‘iyi insan’ payesini verebilmişti.
…
1973 yazında Ambarlı’da tanıdığım Gül Baba daha sonra ne oldu bilmiyorum. Belki de cenazesi santraldan kaldırılmıştır! Ama yıllar geçtikçe Türkiye Elektrik Kurumu’nda (TEK) meydana gelen dejenerasyonu anlatacak bundan iyi bir örnek olamazdı herhalde: Nerede Gül Baba’nın emeğine gösterilen vefa, nerede Ruhi Usta’ya reva görülen hakaret!
Yoksa şöyle mi demeliydik: Nerede Gül Baba’nın zamanında TEK’in başında bulunan efsanevi Genel Müdür Behçet Yücel, nerede Ruhi Usta’nın zamanındaki, hangisi olduğunu şimdi hemen hatırlayamadığım bir sürü genel müdür ünvanlıdan herhangi biri!
Bu yüzden, o eski güzel günlerin hatırına, Gül Baba’yı anmamak olmazdı. Kısa bir süre için olsa da, tanıdığım en eski santralcı oydu. Eski santralcılar konusunda bildiklerimi anlatacağım bu yazılara onunla başlamak en uygunuymuş gibi geldi bana.
İnşallah kısmet olur, kendisine şükranlarımızı ifade etmek babında Behçet Bey için de bir şeyler yazarız ileride...
Not: Gördüğünüz fotoğraf, 1973 yılın Eylül ayında Ambarlı Santralı’nda çalışanlardan bazıları ile birlikte çekildi. İki arkadaşımızın soyadını hatırlayamıyorum. Görüp de tanıyanlar çıkarsa lütfen bize haber versinler, soyadlarını da ekleyelim. Soldan Sağa: Musa Öztufan, Cahit Erkal, Selahattin ……, Cihangir Bekiroğlu, Metin Demirpolat, Cihat ……, Şevki Şekerci, Mehmet Aslan, Orhan Kılıç, Çetin Yaraman, Engin Soydaş.