Özal kömür santralı için gazetecileri nasıl ikna etmişti?

Mehmet ASLAN

Değerli Enerji Günlüğü okuyucuları,

Kemerköy Termik Santralı’nın Gökova Körfezi’nde deniz kenarına yapılıp yapılmamasına dair çok ateşli tartışmaların yapıldığı zamanlardı. Basında bu konuda her gün bir sürü yazı ve yorum çıkıyor, muhalefet partileri ve çevreciler çeşitli iddialarla hükümeti habire sıkıştırıyordu.

Kimisi TEK’çilerin (Elektrik üretimi, iletimi ve dağıtımını tek çatı altında yürüten Türkiye Elektrik Kurumu) kendilerine sayfiye yapmak için santralı deniz kenarına kurmak istediklerini söylüyordu. Kimileri ise santralın kurulacağı yerdeki muazzam hafriyat işinin ihalesiz olarak ENKA’ya verildiğini iddia ediyorlardı.

O tarihlerde bugünkü kadar öne çıkmamış çevreciler ise santraldan çıkacak atık ve emisyonun cennet Gökova’yı cehenneme çevireceğini söylüyor, bölge halkını da bu yönde ikna ederek santralın deniz kıyısına kurulmasını önlemeye çalışıyordu. Bütün bu gelişmeler, o sıralarda yeni devreye girmiş bulunan Yatağan Termik Santralı’nı da canlı örnek olarak tartışmanın odağına doğru çekiyordu.

Dönemin Başbakanı Turgut Özal, o meşhur özgüveni ile konuyla ilgilenen ne kadar gazeteci varsa bir otobüse doldurup 28 Ocak 1985 Pazartesi günü Yatağan’a getirdi. Esas tartışma Kemerköy’de yapılacaktı. Ama yol üstünde bulunan ve termik santralın canlı bir örneği konumundaki Yatağan Termik Santralı’na uğramadan olmazdı.

Santralın teknik binasının önüne yanaşan büyük otobüsün ön koltuğunda Hasan Cemal ile Nazlı Ilıcak’ı gördüğümü hatırlıyorum. Hasan Pulur, Teoman Erel gibi simasına aşina olduğumuz gazeteciler de vardı.

Santral henüz yeni devreye girdiği için toz tutucu elektrofiltreler tam verimle (%99,96) çalışıyordu. O gün hava da müsait olduğundan bacalarda en ufak bir emisyon belirtisi görünmüyordu. Tıpkı bir zamanlar benim çektiğim ve aşağıda görülen fotoğraftaki gibi... 

Bu manzarayı keyifle gazetecilere gösteren Turgut Özal “İşte buyrun “ dedi “Gökova’ya yapılacak santral da bunun aynısı olacak. Gördüğünüz gibi her türlü önlemi alınmış, çevreyi kirletmeyen, tertemiz bir santral!..”

Ama Hasan Pulur itirazı yapıştırdı: “Hadi canım! Siz bize numara yapıyorsunuz! Santralı devre dışı bırakmışsınız, bize çalıştığını söylüyorsunuz…”

Deneyimli gazeteci farkında olmadan bize çok iyi bir pas atmıştı. Bize de bunu gole çevirmek düşerdi herhalde. Herkesi santralın içine, kumanda odasına davet ettik. Santraldeki her üç ünitenin de tam yükte çalıştığını gösterdik. O zaman Hasan Pulur “Pes doğrusu!” dedi, “Ben bundan sonra bu santralın aleyhine bir şey yazmayacağım…”

Kumanda odasından ayrıldıktan sonra herkes mutlu memnun aşağıya inerken, hemen önümde basında Tapucu Sudi diye anılan, dönemin Enerji Bakanı Sudi Türel gidiyordu. Bir ara, yanında yürüyen arkadaşımız İhsan Eker’in kulağına eğilerek “Helâl olsun be size’” dediğini duydum, “Nasıl filimlediniz lan bunu?” Enerji Bakanı’nın bile aklı yatmamıştı bu işe.

Neyse, o gün, biraz da Turgut Özal’ın şansı sayesinde gazeteciler Yatağan’dan gayet güzel izlenimlerle ayrılıp Kemerköy’e doğru yola düzüldüler. Biz santral mühendisleri olarak, gazetecilerin bu kadar kolay ikna olmalarına epeyce hayret etmiştik. Ne de olsa o sıralarda en çok tartışılan konuların başında gelen Kükürtdioksit göze görünmezdi ki!

Demek ki, hayret etmemek gerekiyormuş… Bugünlerde hemen hemen aynı mizansen, farklı oyuncularla yeniden sahnelendi ülkemizde.

13 TERMİK SANTRALIN AKIBETİ

30 Mart 2013 tarihinde Elektrik Piyasası Kanunu’na eklenen Geçici 8. Madde ile özelleştirilmeleri halinde de geçerli olmak üzere kamuya ait santrallara sağlanan çevre muafiyeti, en son 21 Kasım 2019 tarihinde Meclis’te kabul edilen bir kanunla 2,5 yıl daha uzatılmıştı. Ancak bu kanun 2 Aralık 2019’da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından veto edilmişti. Bu durumda, 31 Aralık 2019 tarihinde sona erecek muafiyet sonrasında bu hususla ilgili 13 Termik Santralın akıbetine dair hemen herkes merak içinde idi.

Veto’dan hemen önce, Enerji Günlüğü’nde yayınlanan yazımızda şöyle diyorduk:

“Açıkçası, 1986 limitlerine göre Baca Gazı Arıtma Tesisi’ne sahip santralların (Yatağan, Yeniköy, Kemerköy, Orhaneli, Çayırhan, Çan 18 Mart, Afşin B ve Kangal 3) eğer bu tesisler haddı lâyıkında çalıştırılırlarsa öyle medyada abartılan çevre kirliliklerine yol açacağına kesinlikle inanmıyorum. Bu santralları kanun önünde eksikli duruma düşüren tek şey 2010 tarihinde kabul edilen yönetmeliktir.”

Aklın yolu bir. Anlaşılan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da bu görüşümüzü paylaşıyor ki, aynen uyguladı. Ancak hemen arkasından gelen sözümüzü ise nedense yine görmezlikten geldiler:

“O zaman, böyle palyatif tedbirlerle uğraşılacağına, şu 2010 tarihli ucubeyi kökten ilga etseler daha iyi olmaz mıydı diyorum.”

CHARLES BAUDELAIRE DER Kİ! 

Bu durumda aklıma ister istemez Fransız Şairi Charles Baudelaire’in “Ayna” (Le Miroir) isimli düzyazı-şiiri geliyor. Çok sevdiğim bu şiirin mevcut çevirilerini pek beğenmediğim için bir zamanlar kendim şöyle çevirmiştim:

İğrenç suratlı bir adam giriyor içeri ve aynada kendine bakıyor.

Dayanamayıp soruyorum:

“Neden aynaya bakıyorsunuz? Aynadaki aksinizi görmek moralinizi bozmaktan başka hiç bir işe yaramaz ki.”

“Bana bakın Bayım” diye cevabı yapıştırıyor iğrenç suratlı adam, “1789 İhtilâlinin ölümsüz ilkelerine göre, bütün insanlar eşit haklara sahiptir. Dolayısıyla, ben de herkes gibi aynaya bakma hakkına sahibim ve bu hakkımı kullanabilirim. Bundan zevk alıp almamak da sadece benim paşa keyfimi ilgilendiren bir meseledir.”

Vay canına, diyorum kendi kendime, işe bakın yahu: MANTIKEN ben haklıyım, ama HUKUKEN bu adam haklı.

Yıllar önce Yatağan’da çevrecilerle tartışırken çok kullandığım bu anekdotu şimdi niye tekrar anıyorum dersiniz? Şu sebepten: Çevre Bakanlığı’nın uygulaması her ne kadar MANTIĞA uygun olsa da, HUKUK’a uygun olduğunu söyleyebilmek maalesef mümkün değildir. Çünkü kapatılmayan santrallardaki Baca Gazı Arıtma Tesisleri, zamanında 1986 tarihli yönetmelikteki emisyon limitlerine uyum sağlamak üzere tasarlanmış ve yapılmıştır. Ancak 2010 yılında kabul edilen ve halen yürürlükte olan yönetmelik emisyon limitlerini çok daha sıkılaştırmıştır. Mevcut baca gazı arıtma (BGA) tesislerinin 2010 tarihli yönetmelikte belirlenen emisyon limitlerini sağlaması mümkün değildir. Yani Turgut Özal zamanında bir bakışta gördüğüyle ikna olan gazeteciler gibi, şimdi de Çevre Bakanlığı’nın bulduğu harika çözümle rehavete kavuşan herkesin biraz rahatını kaçırmakta fayda var:

En çok sözü edilen kükürtdioksit emisyon limiti 1000 mg/Nm3’ten mevcut tesisler için 400 mg/Nm3’e (yeni kurulacak tesisler için ise 200 mg/Nm3’e) düşürülmüştür. Mevcut tesislerin köklü rehabilitasyonlar yapılmadan bu limiti sağlayıp sağlayamayacakları belli değildir.

Toz emisyonu limiti 100 mg/Nm3’ten 30 mg/Nm3’e düşürülmüştür. Bizim yerli linyitimiz gibi kül oranı yüksek bir yakıtta bu limiti yakalayabilmek pek kolay değildir. Epeyce pahalı ilave yatırımlar gerektirir.

En büyük sorunlardan biri de Azot Oksit emisyonudur. 1986 tarihli yönetmelikte 800 mg/Nm3 olarak belirlenen limiti, kömür santrallarımız ilave hiçbir önlem olmaksızın mevcut hali ile tutturuyor. 2010 tarihli yönetmelikle limit 200 mg/Nm3’e düşürülünce Azot Oksit emisyonu için de önlemler alınması ve ilave yatırımlar yapılması zorunlu hale gelmiştir.

İşin başında, 10 Ekim 2011’de yayınlanan bir Yönetmelik’te: “Bu fıkra kapsamındaki tesislerin işletmecileri, özelleştirme sürecinin tamamlandığı tarihten itibaren üç ay içerisinde iş termin planlarını sunmak ve en geç iki yıl içerisinde çevre izni (abç) almak zorundadırlar” deniliyordu. Çevre İzni almak demek ise pek çok yükümlülüğü yerine getirmek demekti.

Yürürlükteki yönetmeliğe göre öngörülen limitleri sağlayacak BGA tesislerinin kurulup devreye alınması, on-line ölçüm ve değerlendirme sistemlerinin kurulması, atık suların alıcı ortama deşarj kriterlerinin sağlanması, katı atık (kül ve cüruf) depolama sahalarının düzenlenmesi, vb. gibi detaylı çalışmaların yapılması ve bütün bu önlemlerin yeterli olduğunun çeşitli test ve ölçümlerle Çevre Bakanlığı yetkililerine kanıtlanması bunlardan bir bölümüydü.

Bilebildiğimiz kadarıyla, ihaleye giren firmalardan hiç birisi “Bu kadar kısa sürede bütün bunlar yapılamaz” diye itiraz etmedi. Ama iki yıl bir yana, görünen o ki aradan geçen yedi yılda henüz işe başlayamadılar bile. Öyleyse, vetodan sonra 1 ay içinde nasıl oldu da 4 santral Geçici Faaliyet Belgesi, 3 santral Çevre İzni alabildi, hâlâ anlayabilmiş değilim.

Bu arada, yazılı ve görsel medyada kullanılan bir üslûp, bazı santralları kapanmaktan kurtaran baca gazı arıtma tesislerinin, sanki özelleştirmeden sonra santralların yeni sahipleri tarafından yapıldığı gibi bir yanlış anlamaya sevk edecek tarzdadır. Oysa bütün bu BGA tesisleri, özelleştirmeden önce, o sürekli küçümsediğimiz devlet işletmeciliği döneminde yapılmıştır.

Biz devlet işletmelerinde çalışan mühendisler bununla dahi tatmin olamayıp, özelleştirmeden sonra rehabilitasyon ve yenileme açısından özel sektör dinamizminin çok daha büyük atılımlar yapabileceğini hayal ederdik. Ama bu yazının konusu olmayan çeşitli sebeplerden dolayı, santral özelleştirmelerinin büyük bölümünde özel sektörün maalesef iyi bir sınav veremediğini itiraf etmek gerekiyor.

Öyleyse, şimdi ne yapmalı? Bence Çevre Bakanlığı’nın izlediği yol MANTIK açısından doğru ama yetersizdir. Bu yolu HUKUK temeline oturtmak şart. Eski santrallarda hiçbir şekilde uygulanmayan, bundan sonra da uygulanmayacağı besbelli olan, sadece yeni linyit santralı yapımını engellemekten başka hiçbir işe yaramayan 2010 tarihli yönetmeliğin yürürlükten kaldırılması ve Türkiye şartlarına çok daha uygun olabilecek 1986 tarihli yönetmeliğe dönülmesi düşünülmelidir.

Bunu yapmak eski santralların içine düştüğü bir çok sorunu çözebileceği gibi yerli ve milli yakıtımız linyitin yeni santral yapımında değerlendirilmesi için yegâne çözüm yolu olacaktır. Eğer santrallar yönetmeliğe uydurulamıyorsa, yönetmeliği bir şekilde santrallara uydurmaktan başka çare yoktur.

Aksi takdirde, -deliye taşı andırmak istemem ama- Greenpeace’in nasılsa kapanmaktan bir şekilde kurtulan santralları da kapattırmak için “HUKUK mücadelesi” başlatması işten bile değildir.

Kalın sağlıcakla…