Nükleer enerji için yeni bir şafak mı?

Dr. Nejat TAMZOK

Yazının başlığı, önümüzdeki yıl ilk nükleer güç santralini devreye almayı planlayan ülkemizde, pek çok insan için olumlu çağrışımlar yapabilir. Ama eminim, en az bir o kadarı için de rahatsız edici olacaktır.

Bununla birlikte, Uluslararası Enerji Ajansı, geçtiğimiz ay yayımladığı “Nükleer Enerji ve Güvenli Enerji Dönüşümü” başlıklı raporuna bu soruyla başlarken, nükleerin rahatsız edici yönlerinden çok olumlu taraflarını öne çıkarmayı tercih etmiş.

Rapor, nükleer güç santrallerinin fosil yakıtlardan temiz enerji biçimlerine geçiş sürecini daha hızlı ve güvenli hale getireceği şeklinde özetlenebilecek temel bir iddiaya sahip. Buna göre, nükleer enerji; fosil yakıtlara bağımlılığı azaltma, enerji güvenliğini sağlama ve yüzyılın ortasına kadar net sıfır emisyon hedefine ulaşmada belirleyici bir rol oynayabilir. Ama eğer daha az nükleer güç kullanırsak, bu hedeflere ulaşmak, -yine rapora göre- daha zor ve pahalı olacak.

Sonuçta, Uluslararası Enerji Ajansı, nükleer enerjiyi ısrarla herkese tavsiye ediyor. Öyle ki, başkanlarının açıklamalarına göre; nükleerden çıkış kararı veren Belçika hükümetine erteleme tavsiyesinde bulunuyorlar ve çıkışı 10 yıl ileriye ötelemelerini de sağlayabiliyorlar.

Ajans’ın, nükleer konusunda tereddüt yaşayan ülkeler için de bir tavsiyesi var: Kurulu güçleri 300 megavatın altındaki küçük modüler reaktörler inşa edin; böylelikle hem daha düşük maliyetli santraller kurmuş olursunuz, hem de sosyal kabulü kolaylaştırıp özel sermayeyi bu alana çekebilirsiniz.

Raporu okuyunca, “Nükleer Şafak”a inanmak hiç de zor değil.

10 YILDA BİR YERİNE YILDA BİR SANTRAL

Nükleere dönüş sesleri, son dönemde en fazla Avrupa’da duyuldu. Şubat ayında Fransa Cumhurbaşkanı Macron, fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaltmak için 2050 yılına kadar 14 nükleer reaktör inşa edeceklerini söyledi. Mart ayında Polonya, 2043 yılına kadar altı reaktörün inşası için bir plan açıkladı. Geçtiğimiz günlerde görevden çekileceğini duyuran İngiltere Başbakanı Boris Johnson Mayıs ayı başında yaptığı bir açıklamada, her on yılda bir nükleer santral yapmak yerine, her yıl bir tane inşa edeceklerini söylemişti. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün; Avrupa’da nükleere yatırım talepleri giderek yükseliyor.

Şubat ayında başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı’yla birlikte, nükleer sesleri daha da gür çıkmaya başladı. Bir taraftan artan enerji fiyatları diğer taraftan enerji güvenliği endişeleri, Avrupalıların yeşil mutabakatı falan rafa kaldırıp nükleere, hatta kömüre dönüş tartışmalarını sıkça yapmalarına neden oldu. Yakın zamanda Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerin kömür santrallerinin üzerindeki kısıtlamaları kaldıracaklarını ilan etmelerinden sonra (Avrupa’nın kömürle imtihanı), geçtiğimiz hafta da Avrupa Parlamentosu nükleer enerjiyi yeşil enerji kapsamına aldı. Bu kararla birlikte, nükleer enerji yatırımlarının önündeki önemli bir engel de kaldırılmış oldu.

Bu alandaki gelişmeler Avrupa Kıtası’yla da sınırlı değil. Başta Çin ve Hindistan olmak üzere, Asya-Pasifik tarafında da benzer eğilimleri görebiliyoruz.

ELEKTRİKTE NÜKLEER PAYI DÜŞÜK

Aslında, çok değil, daha 10 yıl önce Japonya'daki Fukushima Santrali’nde meydana gelen felaket sonrasında, nükleer enerjiye olan güven tüm Dünya’da sarsılmış ve yatırımlar durma noktasına gelmişti.

Ama nükleer enerjideki güç kaybı, Fukushima’dan çok önce zaten başlamıştı. Dünya elektrik üretiminde nükleerin payı 1995 yılında yüzde 17’lerdeyken, Fukusihma felaketi öncesinde bu pay yüzde 12 seviyesinin altına kadar gerilemişti. Sonrasında ise bu eğilim devam etti ve 2021’de yüzde 10’un da altına düştü.

Aslına bakarsanız, nükleer santrallere geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren olan ilginin, bu yüzyılda da aynı şekilde devam ettiğini söyleyemeyiz: Dünyada işletmedeki reaktör sayısı, yüzyılın başından beri neredeyse hiç değişmedi. Son 20 yılda küresel nükleer kurulu güç artışı, sadece son 3 yılda devreye alınan güneş santrallerinin kurulu gücünden daha azdır.

Bugün, dünyada inşa halindeki nükleer reaktörlerin toplam gücü mevcudun yüzde 15’i kadardır. Üstelik bunun yaklaşık yüzde 90’ı aralarında Türkiye’nin de bulunduğu sadece 10 ülkede ve yüzde 36’sı ise tek başına Çin tarafından inşa ediliyor.

ABD’deki nükleer kurulu gücün yüzyılın başıyla neredeyse aynı olduğunu, Avrupa Birliği ülkelerinde ise yüzde 15 oranında gerilediğini dikkate aldığımızda, bu ülkelerin enerji planlarında nükleer güç seçeneğini uzun zamandır öncelik olmaktan çıkardığını söyleyebiliriz. Politikacıların tüm söylemlerine karşın, ABD ya da Avrupa Birliği içerisinde inşaatı devam eden proje büyüklüğü, mevcutla karşılaştırıldığında son derece düşüktür.

YENİ YÜKSELİŞ UFUKTA MI?

Tüm bu tabloya baktığımızda, nükleer enerjinin yeniden çıkışa geçeceği bir geleceğin ufukta göründüğünü söyleyebilmek henüz oldukça zor. Üstelik dünyadaki mevcut nükleer santrallerin yüzde 60’ından fazlasının 30 yaşın üzerinde olduğu dikkate alındığında, yukarıda aktarılan yeni proje büyüklüğüyle, nükleer gücün küresel elektrik üretimindeki payının düşmeye devam etmesi daha olası gözüküyor.

Ayrıca, enerjide nükleer seçeneğinin uzun yatırım süreleri ya da yüksek maliyet sorunları hala çözülmüş değil; bu santrallerin, başta güneş ve rüzgâr olmak üzere alternatif kaynakların hızla gerileyen maliyetleriyle baş edebilmeleri giderek daha da güçleşiyor. Ve asıl önemlisi; kaza riskleri ve nükleer atıklar konusundaki endişeler bugün hala pek çok ülkede sürüyor. Bu nedenle, nükleer enerjinin kamuoyları tarafından -ve dolayısıyla özellikle demokratik sistemleri iyi işleyen ülkelerde siyasi arenada- kabul görmeleri oldukça zor olacaktır. Bu bakımdan, -kaza riski ve atık sorunlarına kökten çözümler bulunamadığı sürece- “nükleer enerji için yeni bir şafak” olasılığı bana göre oldukça zayıf görünüyor.

Bununla birlikte, enerji alanındaki kaynak tercihlerinin, kriz dönemlerindeki gelişmelerden büyük ölçüde etkilendiğini biliyoruz. Daha çok kısa bir süre önce, Dünyanın enerjide emisyonsuz, atıksız yeni bir döneme doğru yol aldığına çoğunluk ikna olmuş gibiydi. Ama günümüzün son derece hızlı değişen küresel politik iklim içerisinde, kendimizi bir anda nükleerde ya da kömürde çare ararken bulduk.

Sonuç olarak, Türkiye enerji politikalarına da önemli etkileri olacağını düşündüğüm bu yeni süreci izlemek mutlaka ilginç ve öğretici olacaktır.