Onu, üniversitede fakülteye (İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) kaydolmasına yardımcı olduğum sırada tanımıştım, sonra kardeşim olmuştu. Onun yüzünden Hopa’ya gönülden bağlanmıştım. Onu Çernobil nükleer faciasının da etkisiyle yakalandığı söylenen kanser hastalığından 32 yaşında kaybettiğimde kendimi çok eksik hissetmiştim, hala da öyle hissederim.
Kazım Koyuncu hep kardeşim olarak kaldı ve onu tanıdığım için hep şanslı hissettim kendimi. Bir gün, bana, ‘bu Kapitalizm kötü bir şey değil mi’ diye sorduğunda “evet ama neden sordun” dedim. ‘Bizim mahallenin bakkalı yakınında büyük market açılınca kapandı, Hasan Amca işsiz kaldı’ demişti gözleri dolarak. Kazım, en az bu anıdaki kadar, duyarlı, duygusal ve temiz kalpli idi. Canım kardeşim...
Kapitalizm, mekanizmaları ve işleyişi gereği, dokunduğu her şeyi, insanları ve doğayı da kâr aracına dönüştürüyor. Kapitalizmin çarkları içerisinde kârını katlana katlana büyüten yapılar ayakta kalabiliyor ve ayakta kalmakla kalmayıp, sürekli ve düzenli büyüyorlar. Büyüyemeyenler aynı yerde kalamayıp küçülüyor ya da zamanla yok oluyor. Doğal olarak kapitalizmin bu dinamiğinde ülke koşulları, sektörel detaylar, lokasyon özellikleri de etkilidir. Ancak genel geçer kural şudur ki kapitalizm her sektörde büyükler yaratır, küçükleri büyüklere yem eder. Büyükler, kendine bağlı orta ve küçük ölçekli işletmeler yaratır, onları kendi kurallarına uygun yaşatırlar, kendilerine bağlı olmayanları da yok ederler. Küçük ya da orta ölçeklilerin ne kadar kazanacaklarına, hangi haklara ne kadar sahip olacaklarına da büyükler karar verir. Kural budur. Hatta bu konuda bizim halk arasında sıkça kullandığımız bir söylem de devreye girer: O parayı sana yedirmezler!
Bazen kapitalizmin bu acımasız çarklarında bile istisnalar yaşanabilir. Buna en uygun örneklerin başında NBA gelir. NBA, Amerika Birleşik Devletleri’nin profesyonel basketbol ligidir. Ticari bir organizasyondur. Kuralları ve örgütlü bir yapısı vardır. Oyuncuların da kendi sendikaları vardır ve örneğin alınan son kararlara göre de oyuncular NBA gelirlerinin %50’sini almaktadırlar.
NBA’in oyuncu seçme ve takımlara kazandırma aşamasına draft adı verilir. Draft’da Amerikan Kolej liginden ve dünyanın diğer ülkelerinden oyuncular seçilir. Draft sisteminin asıl amacı ise liglerin en zayıf takımlarına en iyi oyuncuları seçme hakkı tanımasıdır. Bu sayede ligde yer alan takımlar için güç dengesi sağlanır.
NBA’de her takımın eşit güçte olması hedeflenir. Bundaki asıl amaç, zayıfları korumak, onlara gelişme, güçlenme şansı tanımak, rekabeti eşit şartlara getirmek, bu sayede seyirci ilgisini korumak, heyecanı arttırarak izlenme sayılarını arttırmak. Yani kural koyucu, küçüğü ve zayıfı da koruyor, ona şans veriyor.
NBA’deki bu enteresan ve yıllardır başarıyla uygulanan sistem, kapitalizmin kazanç ve ödül sistemi gereği başka hiçbir yerde bu şekilde uygulanamıyor, büyükler her geçen yıl daha da büyüyor, küçüklerin büyümesine de asla izin vermiyor. Örneğin, Avrupa futbolunda, ülke liglerinde büyük takımlar her geçen gün daha da büyüyorlar ve hem UEFA hem de FIFA turnuvalarını da domine ediyorlar. Hatta, sadece ülkelerin büyük takımlarının katılacağı ayrı bir lig kurulmasını da talep ediyorlar.
Düşünebiliyor musunuz, İspanya futbol ligi olan LaLiga’da sadece 2 takım şampiyon olabiliyor; Barcelona, Real Madrid. Ve bu iki takımın bütçeleri ligin diğer takımlarının 10 katı, 20 katı. Almanya’da şampiyon zaten belli ve merak edilen tek şey Bayern Münih’in ne kadar gol atacağı.
Bayern’in bütçesi milyar Euro’yu geçmiş vaziyette. Bundesliga’nın sıradan takımlarının bütçeleri 50 -100 milyon Euro’yu geçmiyor. Ve acımasız olan gerçek şu ki bu rekabetteki güç ve bütçe farkı aynı da kalmıyor, makas her geçen gün daha da açılıyor. Bu durumda küçük takımlar, kendi liglerinde ve büyük turnuvalarda başarılı olamıyorlar.
Başka bir örnek de Formula 1 otomobil yarışlarında yaşanıyor. izleyici sayısının ciddi şekilde azaldığı söyleniyor. Neden olarak da Mercedes takımının son beş yılda yarışları sürekli kazandığı için heyecanın kalmadığı dile getiriliyor.
Tüm bunları anlatmaktaki amacımız spor değil kuşkusuz. Tabii ki lafı enerjiye, yani akaryakıt sektörüne getireceğiz. Çünkü akaryakıt sektöründe de maalesef yukarıdaki kötü örneklere benzer bir durum yaşanıyor maalesef. Rekabetin eşit şartlarda yaşanması, adil ticaret ortamının oluşmasını sağlaması amacıyla kurulmuş EPDK, ya kural koymakta gecikıyor, ya uyarması, ceza yazması gereken konuları pas geçiyor ya da doğru şekilde el atıp düzenlemesi gereken konularda konunun etrafından dolanıp, görmezden geliyor.
Geçenlerde, EPDK’nın katkılı ürünlerle ilgili karar aldığını duydum ve heyecanla kararı okudum. Ancak anladım ki, EPDK tüketiciyi koruyayım demiş ama büyüklere de zarar gelsin istememiş. Maliyeti yarım kuruşu geçmediği herkesçe malum benzin ve motorin katkıları için tüketicilerden litrede 5 kuruş fark alınmaya devam ediliyor.
EPDK, bir sürü şey söylemiş, örneğin 2021 yılından itibaren ürünlere farklı isim koyamazsınız demiş. Ki onu da anlayamadım, herkes kendi ürününe kendi adını koysun, ne sakıncası var? Serbest piyasa koşullarını sağlamaya çalışmıyor muyuz? Ama EPDK bir türlü, (bu kadar farklı fiyata satıp tüketiciyi yanıltma) diyememiş. Madem her şeye karışıyorsun, ya tam karış ve kararda tüketiciyi koru ya da sadece düzenleyici ol ve başka bir şeye karışma, gerçek bir serbest bir piyasa olsun.
Bugünlerde büyük dağıtım şirketleri, brent petrol fiyatlarındaki düşüş, kurlardaki artış, Rekabet Kurumu’nun kestiği cezalar, pandemi sürecinde perakende pompa satışlarında yaşanan olumsuzlukları çokça dile getirerek, bayilerine ve toptancılarına uyguladığı satış koşullarını değiştirip, vadeleri azaltıyor, iskontoları ortadan kaldırıyor. Bu, anlaşılır bir durum olabilir. Ancak, DAT diye adlandırdığımız ‘dağıtıcılar arası ticaret’ satış kanalında büyük dağıtım şirketleri akaryakıt satmakta oldukları küçük dağıtım şirketlerine uyguladıkları koşulları neden bu kadar acımasızca değiştiriyorlar?
Tüpraş, özel bir ticari şirket olarak, kapitalizmin kurallarını uygulayarak, öteden beri çok satana çok verme mantığını gözetiyor. Yarattığı yıllık alım miktar aralıkları üzerinden dağıtım şirketlerine ilave prim ve ciddi vadeler uyguluyor. Küçük dağıtım şirketleri de ilave kazanç elde edebilmek adına, akaryakıtı, doğrudan Tüpraş’tan almak yerine büyük dağıtım şirketlerinden alıyor. Bu durum, görüntüde herkesin işine geliyor. Tüpraş, daha az ve daha kurumsal büyük şirketlere satış yapıyor, büyük dağıtım şirketleri, küçüklere de akaryakıt satarak Tüpraş’tan daha fazla prim alarak daha fazla kazanç elde ediyor. Küçük dağıtım şirketleri de bazen çok az bazen de hiç prim alamayacakları yıllık akaryakıt alımlarını büyüklerden yaparak daha ucuza ya da daha karlı ürün temin ediyor.
Buraya kadar her şey tamam. Ama en ufak bir krizde, en ufak bir sorunda büyükler küçüklerle istediği gibi tabiri caizse oynayabiliyor. Tüpraş fiyatı üzerinden % - 2’ler seviyesinde iskontoların konuşulduğu ortamda birdenbire (şu kadar zarar ettik, bu kadar kaybettik) diyen büyük şirketlerin insafına kalmak, Tüpraş + %0.5, + %1 fiyatlarıyla akaryakıt almak nasıl zor bir durumdur? Küçük şirketlerin bayileri ile yaptıkları kontratlardaki koşullar ne olacak? Onlar bayilerine bu durumu nasıl açıklayacaklar? Bunu yapmaları kolay değil elbette. Ama olsun, onlar da küçük olduklarını bilecek, hadleri bu...
Daha önceki yazılarımda da yeri geldikçe vurguladım, orta ve küçük ölçekli akaryakıt şirketleri çeşitli detaylarda ya birlikte çalışmalı, ya güçlerini birleştirmeli ya da tamamen birleşmeliler. Aksi takdirde yerlerinde kalmaları da mümkün değildir. Oyunun kuralları bunu gerektiriyor.