İngiltere’nin müteveffa kraliçesi Elizabeth II. ikametgahı Windsor Sarayında yangın çıktığı ve iki çocuğunun eşlerinden ayrıldığı 1992 yılı için Annus Horibilis yanı korkunç yıl tanımını kullanmıştı. Bu tanımlamayı, biten bir yıl hakkında değerlendirme yazarken sadece 2022 yılı için kullanmak bir parça haksızlık gibi olur. Zira 2020’nin başından bu yana yaşadığımız şeylerden dolayı bu döneme annis horibilis (felaketler dönemi) demek daha doğru olur.
Bir yılı bitirmek üzere olduğumuz şu günlerde en önemli merak, 2023 yılı için de annus horribilis’in tanımlamasının yapılıp yapılamayacağı yönünde. Uluslararası Enerji Ajansı Başkanı Fatih Birol, Sabancı Üniversitesinin düzenlendiği IICEC Enerji Konferansında yaptığı konuşmada, 2023 yılının da merkezinde enerjinin yer aldığı önemli jeopolitik sorunlar açısından çok zor bir yıl olacağını açıklamış.
Her yılbaşı eskiyle vedalaşma yeni yıla ait taze umut ve beklentilerle merhabalaşmadır. Ancak bu sene sadece 2022 yılına değil aynı zamanda 1.5 derecelik küresel ısınma hedefine de hoşça kal diyoruz, küresel iklim politikalarının en temele politikasından vazgeçilme emareleri kuvvetleniyor.
Bu vedalaşmanın ardında ikili bir durum var gibi. Birincisi: karbon emisyonu azaltımının çok paraya ihtiyaç duyulan bir süreç olması. Bugünden hesap edildiğinde bu azaltımın maliyetini bir yılda 1 trilyon USD fatura üretmesi. Karbon emisyonunu üreten ülkeler arasında gelişmiş sanayileşmiş hepimizin bildiği gibi küresel karbon emisyonu rakamı içinde payları en yüksek olan ülkeler. Dolayısıyla karbon emisyonunu azaltıcı yatırımların öncelikle bu ülkelerde yapılması gerekiyor. Bunun yanı sıra sanayileşmiş ülkelerin porta ve düşük gelir grubundaki ülkelere borç ve hibe yoluyla destek vermeleri de dünyamızın geleceği açısından önemlidir.
Tabi böylesi bir kaynak aktarımının gelişmekte olan ülkeler açısından ekonomik bağımsızlık ve enerji politikalarının direksiyonunun uluslararası kreditör kuruluşlara ve/veya yatırımcı çokuluslu şirketlere geçebileceği gerçeğini de bir not olarak akıllarda tutmak gerekir.
İkinci önemli husus fosil yakıtların çok hızlı bir şekilde terk edilemeyeceği gerçeğidir. Avrupa’nın Rus Doğalgazıyla yaşadığı sorunlar ve ambargo sonrası LNG santrallarını telaşla kurarak kara kışa hazırlanma telaşı dünya kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşti ve süreç henüz tamamlanmış durumda değil…
Fosil yakıt kullanımıyla ilgili çok konuşulmayan başka bir durum ise yoksul Afrika ülkelerinin durumudur. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapma konusunda yeterli kaynak ve kredi erişimi olmayan bu tip ülkelerin yaşam kalitesini iyileştiren elektriğe olan talepleri fosil yakıt kullanımını ahlaken doğru hale getirmektedir.
Durum böyleyken bilim insanlarının söylediği tek şey var. 1,5 C derecelik sıcaklık artışı içinde kalmanın dünyanın ve dünya üzerindeki biz insanoğlu dahil tüm canlıların yaşamını sürdürebilmesi için son şans olduğudur. Son şans, belki bir çoğumuza fazla epik bir söylem gibi gelebilir.
Böyle düşündüğümüzde yani 1,5 C derecelik sıcaklık artışı meselesini ihmal edilebilir ve/veya ertelenebilir bir durum olarak gördüğümüzde de iklim değişikliğine karşı uyum mücadelesinde daha fazla çaba ve daha yüksek finansal maliyetlerin ortaya çıkacağını da unutmamak gereklidir.
Geçmiş on yıla göre daha fazla sel, fırtına, kuraklık ve orman yangınıyla karşı karşıya kaldığımız gerçeğini akıllardan çıkartmamak gerekiyor. İklim değişikliğine karşı mücadele enerji politikalarını yeniden inşa etmeyi gerektiren ve bu yönüyle de ekonomik yönü çok baskın bir süreçtir.
Zengin ülkelerinin iklim değişikliğinin ürettiği kuraklık, sel, fırtına ve orman yangınlarının vereceği muhtemel zararların telafisi konusunda bir sorun yaşamayacakları ortadadır. Ancak yoksul ülkeler için tablo çok kötüdür.
Yoksul ülkelerin kırılganlığını artırıcı etki gösteren küresel ısınmaya bu ülkeleri desteklemek gittikçe daha fazla insani bir soruna dönüşmektedir. Bu da dünyamızın yoksulları için daha fazla gıda kıtlığı ve daha fazla vatanlarını terk edecek göçmen demektir.