Yunanistan`daki iki günlük Selanik maceramızdan sonra (ŞURADAN OKUYABİLİRSİNİZ: Gezi Günlüğü: Yunanistan`ın enerjisi) Makedonya`ya yönelmiştik. Hedefimiz, şu gölüyle ünlü Ohrid (Ohri) şehri idi. Ama yol bize ne gösterirdi bilinmez. Bakarsınız, yolda belde kararımızı değiştirip bir yerlerde daha konaklayabilirdik.
Selanik`ten Atina`ya da giden otobana girdik. Bir süre sonra Atina yolunu solumuzda bırakıp, batıya doğru yönelmemiz gerektiğini biliyorum. Çünkü telefondaki navigasyon uygulamasından güzergahımızı çizdiğimizde durumu görebiliyordum.
MASRAFTAN KAÇARKEN YOLU KAÇIRACAKTIK
Bu arada otobanda seyir halindeyken rastladığımız, hurdaya çıktıktan sonra tamirci elinde cabrio`ya dönüştürülmüş havası veren bir arabadaki hızlı delikanlıya sorduk. Birşeyler söyledi ama yarı İngilizce, yarı Yunanca... Anladığım, kısa bir süre sonra sağa dönmemiz gerektiği...
Yine de emin olamıyorum. Çünkü yol boyu giderken Makedonya`yı işaret eden tabelalar sıklaşmaya başlamıştı ama daha çok az gitmiştik, burası olmamalı diye bakıyoruz.
Bu arada, ne olur ne olmaz, çok fazla fatura gelmesin diye telefonun 3G uygulamasını da kapattığımdan, güzergahı oradan tekrar kontrol etme şansımızı kaybetmişiz. O yüzden biraz daha dikkatlice seyretmekte yarar var.
Buna rağmen az daha neredeyse sağa doğru, Üsküp yönüne dönecektik. Ki bu yol bizi Ohri`ye değil, direkt kuzeye, Makedonya`nın başkentine götürecekti. Hoş o da olurdu ama önce Ohri`yi görsek hiç fena olmaz.
TABELALAR ÇİFT ALFABELİ
Neyse, batıya doğru paralı otoyol boyunca yolumuza devam ettik. Ama güneşin geldiği seviyeden anladığım, biz tam batıya değil, biraz güneybatı yönüne doğru ilerliyorduk ki bu da beni hep şüphelendiriyodu. Neyse bir süre sonra yol kuzey batıya döndü de rahatladım.
Yol yine düzgün, hatta az önceki ayrıma gelineceye kadarkine göre daha yeni inşa edilmiş olduğu belli ve daha konforlu.
Otobandaki tabelalar genellikle çift dilli. Aslında çift alfabeli desek daha doğru: Grek ve Latin. Grek alfabesine yabancıyız ama latin alfabesiyle durumu biraz idare ediyoruz.
Bu aşamadan sonra navigasyon uygulamasından gördüğüm en yakın ve adının anlamını bildiğim ilk ciddi yerleşim birimi olarak Kayılar görünüyor. Ama ne anlama geliyor, gerçekte neresi burası bilmiyorum. Daha sonra da öğrenemiyorum...
YUNANİSTAN`IN GENİŞ RÜZGAR İMKANLARI
Albania, yani Arnavutluk yazılarını görmeye başlıyoruz tabelalarda. Yani bu yol aslında Arnavutluk`a götüren bir otoban, anayol gibi görünüyor. Dağlara doğru tırmanıyoruz. Tünellerden geçiyoruz. Yüksek dağlarda rüzgar gülleri görüyoruz.
Yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanma konusunda güneş kadar belki ondan da çok rüzgar Yunanistan için önemli olmalı. Hatta düşünüyorum da Yunanistan`ın off-shore yani deniz üzerine kurulacak rüzgar türbinleri imkanı çok daha fazladır.
Yunanistan`ın elektrik ihtiyacını ciddi ölçüde karşılayabilecek bir potansiyel olmalı bu alanda. Boru değil, koskoca Ege Denizi`nin irili ufaklı yüzlerce, belki de binlerce adası var ve rüzgar imkanları çok geniş...
Tabii Türkiye`den de biliyorum, rüzgarın olması tek belirleyici değil, iletim ve dağıtım şebekelerine yakınlık asıl belirleyici faktör çoğunlukla... Yani rüzgar türbininden çok, burada üretilecek elektriği şebekelere bağlamakla ilgili yatırımların maliyeti daha yüksek olmalı.
ÜNİVERSİTEDEKİ FLORİNALI ARKADAŞLARI HATIRLADIM
Aaa, tabelalarda tanıdık bir şehir adı gördüm: Florina. İstanbul Üniversitesi SBF`de öğrenciyken, diğer fakültelerde okuyan, aileleri balkan göçmeni arkadaşlar da vardı. Bunlardan tanıdığım iki kardeşin ailelerinin kökeni Florina idi. Şimdi nerelerdedirler ne yapıyorlardır kim bilir?
Bizimkilere söylemesem de kafama koyuyorum. İlk hedef Florina. Aksi takdirde, yani başka bir yerlerde dursak, hem doğru dürüst ön bilgi olmadan adam akıllı bir şeyler öğrenemeyeceğiz hem de gün batmadan Ohri`ye varamayacağız. Hoş, Florina hakkında da pek bir şey bildiğimiz söylenemezdi ya, neyse...
MANASTIRLI HAMDİ, RESNELİ NİYAZİ
Tabii ki Florina tercihimin bir nedeni de bizi oyalamayacak bir mesafede bulunması. Çünkü Ohri`den önce adını bildiğimiz ve Osmanlı-Türk tarihi açısından kritik önem taşıyan bazı yerleşim birimleri de var. Belki oralarda mola verip birşeyler yapmak mümkün olabilir... Yani oyalanma tercihimizi, daha ileriki yerleşim birimlerinde kullanmalıydık...
Bunlardan biri Manastır (Bitola), diğeri Resne (Resen)... Manastırlı Hamdi Efendi`yi, şu ünlü telgrafçıyı çoğunuz duymuşsunuzdur. Jön Türkler`in önemli merkezlerinden biri olarak da biliniyor Manastır... Resneli Niyazi`yi de duydunuz mu bilmiyorum ama Osmanlı`nın Balkanlar`dan çekilmesi sürecinde kahramanlıklarıyla ünlü birisi...
İYİ Kİ YAZMIŞSINIZ BU KİTABI FİGEN!
Yeri gelmişken söyleyeyim, Yunanistan ve Makedonya`ya giderken, okumaya vakit bulamayacağımı düşünsem de yanıma bir kitap almıştım. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları`ndan çıkmış: muhacir olmak da varmış adlı, RUMELİLİ BİR KALEM EFENDİSİNİN ANILARI alt başlıklı bu kitabı yayına hazırlayanlar Mustafa Yeni ile bizim fakülteden (İstanbul SBF) arkadaşım, akademisyen Figen Taşkın. Anıları yayınlanan kişi Bahaeddin Demir Aydın. Eğer isim benzerliği değil ise eski tüfek bir komünist, Demir Küçükaydın`ın dedesi imiş...
Kitabın anılar bölümüne gelemesem de girişinde yer alan ve arkadaşım Figen Taşkın`ın kaleme aldığı 10 sayfalık, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı`ndan Balkan Savaşı`na başlıklı bölümü yola çıkmadan evvel okumuştum. Sağolsun Figen, Osmanlı`nın özel olarak Balkanlar`daki genel olarak tamamındaki çözülüş sürecinin bu yıllara tekabül eden kısmını çok iyi özetlemiş.
ATİNA`NIN ELEKTRİĞİ BURALARDAN GİDİYOR
Tırmandığımız dağları, tepeleri aşıp, tünelleri geçip de genişçe sayılabilecek bir düzlüğe ulaştığımızda, uzaktan termik santral bacaları gördüm. Onların da fotoğraflarını çekiyoruz ki, elimizde bulunsun. Enerji Günlüğü`nün (http://enerjigunlugu.net) fotoğraf arşivi zenginleşiyor...
Ovanın öbür ucunda bir tane daha... Hatta yeniden tepelere tırmanıyoruz, orada bir tane daha... Hepsini fotoğraflıyoruz. Ve, demek ki diyorum kendi kendime, Yunanistan`ın elektrik ihtiyacını karşılayan ana baz yük santralleri bu bölgede yoğunlaşıyor. Bölge, maden kaynakları açısından zengin olmalı.
Atina`nın, Selanik`in elektrik ihtiyacı da buralardan karşılanıyor olsa gerek. Türkiye`nin toplam elektrik ihtiyacı açısından devede kulak olsa da, ciddi bir sanayi altyapısı bulunmayan, nüfusu da İstanbul`un yarısı kadar olan bu küçük komşunun toplam tüketiminin ciddi bir bölümü buradaki iki santralden karşılanıyor olabilir.
Tabii bu santrallerde soğutma suyu olarak kullanılmak üzere çevrede mutlaka güçlü akarsu ya da göller de bulunmalı. Harita`ya bakıyorum evet yakınlarda birkaç göl var, üzerinden geçtiğimiz bazı akarsu yatakları da var ama ciddi bir kaynak göremiyorum doğrusu...
FLORİNA`DA TAVUK ÇEVİRME
Florina`ya iyice yaklaşıyoruz. Ama ana yol üzerinde değilmiş. Bu arada Arnavutluk`a giden otobandan ayrılmış bulunuyoruz ve konfor sona eriyor. Gidiş-gelişli yollardayız. AK Parti`nin bir zamanlar ana propaganda argümanlarından biri haline gelen "duble yollar" buralarda henüz popüler değil.
Florina`ya girdik. Küçük, sevimli bir Avrupa kasabası. Yer yer o sevimliliğe zarar veren yeni tip inşaatlar göze çarpıyor. Hava sıcak. Önce bir pastane gördük, çocuklara yiyecek içecek birşeyler aldık. Ama kasabanın çarşısı gibi bir yer göremedik. Meğer biraz aşağıdaymış.
Arabayla biraz turlayalım, etrafı görelim dedik. Özellikle eski tip binaların bulunduğu yerler güzeldi. Kasabanın batısındaki iki dağın arasında alabildiğine uzanan vadi beni kendisine doğru çekiyor ama cesaret edemiyoruz, yolumuzu uzatırız, fazla oyalanırız diye geçiriyorum içimden...
Kasabanın aile işletmesi görünümündeki bir lokantası ilişti gözümüze. Tavuk çeviriyorlar. Masalarda tek tük müşteriler var. Ama anladığım kadarıyla sanki bütün pişmiş tavukları paket yaptırıp evlerine götürenler çoğunlukta.
Çok aç değiliz ama dedim ya güzel görünüyor, deneyelim istedik. Herkes bütün tavuk aldığından, bize yarım bir tavuk verip veremeyeceklerini sorma ihtiyacı duyduk. Sağolsunlar verdiler. Lezzetliydi. Ama bildiğimiz tavuklara pek benzemiyordu. Bilmediğimiz bir hayvanı mı mideye indirdik yoksa? Yok yok, tavuktu... Yanına çocuklar meşrubat söyledi, ben de Skopsko istedim. Sıcakta iyi geldi serin serin...
LOZAN MÜBADİLLERİNİ HATIRLADIM
Üniversiteden hatırladığım Florina kökenli arkadaşlarımı soracak halim yoktu. Türk ya da Osmanlı izi adına pek bir şey de görünmüyordu ortalıkta. Ya da biz göremedik. Ama eminim etrafta Lozan mübadili çocuğu ya da torunu olan birileri kesin vardır diye geçiriyorum aklımdan.
Gazeteci Abimiz Nazım Alpman`ın bir zamanlar İz TV`de izlediğim Lozan Mübadilleri Belgeseli`ni hatırlıyorum. Mübadele sırasında Türkiye`den buralara gitmiş Anadolu kökenli Rumlar ile buralardan Anadolu`ya gelmiş Türkler anlatılıyordu. Türkiye`ye gelenlerin çocukları ve torunları oraya, oradan gelmişlerin torun ve çocukları ise atalarının topraklarına, Anadolu`ya geliyorlardı ziyarete... Çok duygusal anlar yaşanıyordu belgeselde gördüğüm kadarıyla...
Bu dünyada insana verilebilecek en büyük cezalardan biri, bir daha dönmemek üzere kendi yerinden yurdundan edilmesi olsa gerek... Ama hayat bu... Ve kesiliyor böyle cezalar bazılarımıza işte... Bugün de Ortadoğu ülkelerinde, komşularımızda hatta kendi ülkemizde yaşanan savaşların, çatışmaların nice insanı sağa sola, oraya buraya savuduğunu biliyoruz, görüyoruz hâlâ...
Daha fazla oyalanmayalım diye yeniden yola çıktık. Ana yola geldiğimiz güzergahtan değil de ikinci bir yoldan bağlanıp vakit kazanmak istedik. Yer yer daralan, zaman zaman genişleyen ara yollardan geçip ana yola doğru ilerledik. Ama ana yol burada daha da mı kötüleşmiş ne? Tereddüt ettik, burası anayol mu yoksa değil mi diye... O yüzden birilerine Ohri`ye gideceğimizi söyleyip yol sorma ihtiyacı hissettik. Bize "Bitola, Bitola" dediler. Yani "Manastır tabelalarını takip et" demek istediler anladığımız kadarıyla... Öyle yaptık.
MAKEDON GÜMRÜĞÜ`NDE REHBER BULDUK
Bana mı öyle geldi bilmiyorum, Makedonya sınırına hiç beklemediğimiz bir şekilde geldik. Belki de yola ve çevreye çok odaklanmışımdır. Arabamızı gümrükteki büyük ve uzun çatının altına, yani gölgeye kadar getirdik, önümüzdeki araçları bekledik. Araçtan indim, biraz nefes alayım, kaslarımı hareket ettireyim istiyorum...
Bizden sonra gelip, gümrükteki görevlilere birşeyler söyleyen adamcağızla bakışıyoruz. Karşılıklı bakıştık gelip geçerken. Sanki tanıdık biri. İstanbul`da Yenibosna ya da Bahçelievler`de oturan, esnaflık yapan ya da Beyazıt Çarşıkapı`da tezgahtarlıkla geçinen Balkan göçmeni tipli biri gibi duruyor. Ama aslında biz onların kim olduğunu bilmesek de onlar bizim Türk olduğumuzu biliyorlar, aracımızın plakasından ötürü.
Neyse, uzaktan seslendi "İstanbul`dan mısınız? Nereye gidiyorsunuz?" diye. Ohri`ye gideceğimizi belirtip, yol tarifi istiyorum. Türkçeyi çok iyi bilmiyormuş. Bir iki şey söyledikten sonra "Ama" dedi, "Bizim arabadaki şoför kız Türkçeyi daha iyi biliyor, o da İstanbul`da yaşıyor, ona sorun."
RESNELİ NİYAZİ`NİN HEMŞERİSİNİN PEŞİNDE
Genç kadın, Niyazi Bey`in hemşehrisi çıktı. Yani Resneli imiş. Fazla ayrıntıya girmedik. Ama anladığım kadarıyla ailesi Makedonya`da yaşıyor. Ama kendisi belki de İstanbul`da okumuş, hatta orada iş bulup çalışan birisi. Kılık kıyafetinden tahmin ettiğim kadarıyla da bir ofis çalışanı. "Resne`ye kadar gideceğiz, oraya kadar bizi takip edin" dedi.
Öyle yaptık, sürdük peşlerinden arabayı...
Önce Bitalo`yu, yani Manastır`ı geçtik. Belki onları takip etmiyor olsak burada biraz duraklardık, kim bilir... Daha sonra Resen (Resne) tabelasını gördük. Resne`ye gelmiştik. Takibe öylesine odaklanmıştık ki, şehrin-kasabanın ortasındaki yol ayrımından itibaren şehirlerarası yön tabelasını takip etmek yerine peşlerinden gitmeye devam ettik. O arada el kol hareketleriyle sola dönmemiz gerektiğini işaret ettiler. Geri dönüp kendi yolumuza gittik.
OHRİ`DE KARŞILAMA TÖRENİ: ARI SOKTU
Bir noktadan sonra yol yokuş aşağı... Hani Beykoz`dan sonra Hazreti Yuşa Tepesi`ni geçip Rumeli Kavağı`na doğru yokuş aşağıya inersiniz ya, dolambaçlı ağaçlıklı yollardan... Biraz onu, biraz Belgrad Ormanları`nın içindeki ağaçların altından kıvrıla kıvrıla giden yolları, veya Riva, Ağva veya Şile`ye giderken, yolun sık ormanların içinden geçen kısımları hatırlatıyor.
Bir süre sonra düzlüğe geldik. Epey yol gittikten sonra Ohri`deyiz. Aracımızla deniz, pardon göl kıyısına kadar geldik. Şehrin nabzının attığı yer burası. Yer yer tipik turistik ege kasabası kıvamında bir yer. Sokak aralarından ilerleyelim dedik ama ters yöne girmişiz. Geri döndük, ana yola çıkıp yine göl kıyısı ama otellerin olduğu bir yere geldik. Şehrin doğu kesimi burası.
Göl kıyısından şöyle bir yürüyelim, etrafa bakalım dedik. Mini asma köprü gibi bir köprünün üzerinden daha güneye doğru yürüyoruz. Gölün kıyısı sazlıklarla dolu. Köprünün altından sandallar tekneler geçiyor, belli. Köprüyü geçer geçmez ensemde bir sızı hissettim, ani bir refleksle elimi attım, bir şey takıldı. Bu bir arı. Sarı arı. Anında batırmış sokacını bizim enseye. Eşim baktı ve allahtan iğnenin ucu hafif dışarıda kalmış da tırnağıyla tutup çıkarabildi. Hemen geriye doğru yürüdük. Arabamızı önüne park ettiğimiz otele girip buz falan istedik, misafirperver arının hoşgeldin öpücüğü kondurduğu yere buz koyduk.
Ama durun, şimdi aklıma bir şey geldi. Florina`da tavukçuda yemek yerken, bizim çocuklar bardağın içine giren bir arıyı hapsetmişlerdi sanırım. Fotoğrafını da koyuyorum buraya. Belki de TELEKİNEZİ yöntemiyle bu arılar haberleşiyorlar. Bu arı mesajı gönderdi Ohri`deki arkadaşına ve o da gelir gelmez intikamını benden aldı. Hesabını soracağım bizim oğlanlara...
Devam edecek...