Dünya tarihinde bugün devrim kabul edilen pek çok buluş ve yenilik, kendi zamanında çoğu kere iltifattan yoksun ayakta kalmaya çalışmıştır. Bunlara kimi zaman burun kıvrılmış, kimi zaman gülünüp geçilmiş kimi zaman da düşmanlık edilmiştir.
Bu icatlar sıklıkla da bürokrasinin yerleşik düzenden nemalanan işbirlikçilerinin engelleriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu mücadeleden maalesef ki sağ çıkamayan pek çok emek ve çaba, bugün “ilginç” hatta “gülünç” girişimler kategorisinde tuhaf bir anı olarak arada bir hatırlanmaktadır. Tıpkı bizdeki Devrim Otomobili, Nuri Demirağ Uçak Fabrikası gibi işbirlikçi bürokratların tekerine taş koyup batırdığı proje ve fabrikalar gibi. Gerçi bizde ihanetin bu türden belgeleri eminiz ki bildiklerimizden çok daha fazladır.
Gelelim asıl anlatmak istediğimize; Girişte verdiğimiz genel geçer bilginin günümüzdeki popüler bir konuyla ilgisini dilimiz döndüğünce ele almak istiyoruz.
8-10 yıl öncesine kadar hemen herkesin petrol üzerine “strateji” yüklü ahkamlar kestiği bir ülkede bugün aşağı yukarı aynı kişilerin güneş enerjisi konusunda da uzman kesildiğini görmekteyiz. Bir yıl sonra su politikaları konuşulacak olsa hiç şüphem yok ki aynı uzman kadronun kahir ekseriyeti karşımızda hidropolitik uzmanı olarak arz-ı endam edecektir.
Bu, bizdeki düşünce sığlığını da ortaya koymakta, neden adam akıllı işler yapılamadığını entelektüel yoksunluk anlamında da izah etmektedir. İşlerin bir furya kıvamında ilerlediği ülkemizde ne yazık ki bilimsel ahlak da kıt bir varlık. Bu yüzden de çevrede nasıl bir rüzgâr esiyorsa içerideki bütün dallar yapraklar da aynı teraneyle hışırdıyor. Bu sığlıkta köküyle gövdesiyle bize yol gösterecek bir aklıselim ise ne yazık ki ayakta kalamıyor.
Güneş enerjisi diyecektim...
Son yılların malum sebeplerinden dolayı yenilenebilir enerjinin gözde konularından güneş enerjisi oldukça popüler bir tartışma alanı. Karbon kaynakların ömrü, bunların artan maliyeti, güvenliği, çevresel etkileri de büyüyen bir soruna dönüştükçe alternatif bir çözüm önerisi olarak güneş enerjisi öne çıkmaktadır.
Aslında son yıllarda olup biten bütün bu tartışmalar Amerika’nın yeniden keşfinden başka bir şey değil. Çünkü güneş enerjisi eski çağlardan beri bilinen, üzerinde çeşitli çalışmalar yapılan ve çeşitli teknikler kullanılarak bugüne göre ilkel tekniklerle de olsa şaşırtıcı şekilde faydalanılan bir kaynak hatta silahtır (1).
Ancak insanoğlunun güneş enerjisine yaygın ilgisi ilk olarak 19. yüzyılın ortalarına doğru buharlı makineler çağında olmuştur. Buharlı türbin devrimi ile önemi artan kömür ve benzeri yakıtları elde etmenin, bu kaynaklara ulaşmanın zorlukları, maliyeti, yarattığı ulusal nitelikli zaaflar sanayileşmiş ülkeleri ve onların bilim adamlarını bu soruna alternatifler üretmeye zorlamıştır. Bunların başında özellikle Fransa ve Fransız bilim adamları gelmektedir. Aynı zamanda Amerikalı ve İngiliz bilim adamlarının da hatırı sayılır bilimsel icatlar yaptığı hatta bunların bazılarını ticari ürünlere dönüştürmeye çalıştıkları bilinmektedir.
1860 yılında ülkesinin kömüre bağımlılığının ileride sorun yaratacağını ileri süren Fransız bilim adamı Auguste Mouchout, suyu güneş enerjisi ile kaynatan bir cihaz yapmıştır. Bu başarısı üzerine hükümetin ilgisini çekmiş ve çalışmaları konusunda hükümetten destek görmüştür. Fransız hükümetinin desteğiyle çalışmalarını sürdüren bilim adamı, sonraki yıllarda güneş enerjisi imkanı daha fazla olan Cezayir’de sürdürdüğü çalışmalarda güneş enerjisiyle çalışan soğutma cihazı yapmış ve bununla buz üretmeyi başarmıştır.
Şaka gibi ama gerçek. Güneşten elde edilen ısıyla buz üretmek.
Ancak bu değerli çalışmalar çok sürmeden akamete uğrayacaktır. Çünkü Mouchout’un yanında başka bilim adamlarının da katıldığı bu serüvende, çok önemli bilimsel başarılar elde edilmesine karşın bu sıralarda kömür fiyatlarındaki düşmeye bağlı olarak bu paha biçilmez icatlar ekonomik olarak değersiz bulunup gerekli ilgiden mahrum kalmıştır. Hükümetten aldığı proje destekleri kesilen Mouchout ise çaresiz bir şekilde akademideki odasına geri dönmek zorunda kalmıştır (3)(4).
Devam eden yıllarda İngiltere ve ABD’de hevesli bilim adamlarının çabalarıyla çok orijinal projelerin ve cihazların yaratıldığı bilinmektedir. Ancak gerek enerji maddelerinin fiyatlarındaki bu icatlara denk gelen düşüşler gerekse bu cihazların hükümetlerin beklentilerine hızlı çözüm üretememesi hemen hepsinin gözden düşmesine ve zamanla unutulmasına yol açmıştır.
Mesela ilk güneş pilinin bundan tam 130 yıl önce 1884 yılında Charles Fritts adında bir bilim adamı tarafından üretildiğini görünce insanın aklına o günden bugüne güneş enerjisi ile ilgili neden daha gelişmiş bir teknolojiye ve ekonomiye ulaşılamadığı sorusu geliyor.
Bu tür konular insanın aklına tek bir şeyi getiriyor: Birisi bunu engelliyor olmalı.
Türkiye, stratejik sektörlerdeki tesislerini daha 1930’larda hem de o günün kıt kaynaklarıyla kurmuş bir ülkedir. Mesela 1940’ların sanayi planına kömürden benzin üretme girişiminin konduğu bilinir (5). Ancak bazı girişimlerin de Marshall Yardımları ile başlayan ABD ile ilişkiler döneminde Ankara’daki bürokratlarca engellendiği bilinir. Özel bir çaba ile batırılan Nuri Demirağ Uçak Fabrikası bunlardan birisidir (6). Öte yandan binbir emekle yapıldıktan sonra bir işgüzarlığa kurban edilerek rafa kaldırılan Devrim Otomobili de bunlardan bir diğeridir.
Kısacası bazen ülkelerin kaderini değiştirecek çağına göre uçuk girişimler ya konjonktürel bir talihsizliğe kurban gitmekte ya da merkez bürokrasisinin ihanetine uğramaktadır. Bürokrasilerin bu konudaki statükoculuklarının tarihte benzersiz örnekleri vardır (7). Türkiye de bu örneklerin sıkça karşımıza çıktığı bir ülkedir.
Şimdilerde çok tartışılan güneş enerjisi konusu da devletin yüksek iradesinin bu konuda özel çaba göstermesine rağmen söylentilere göre bürokrasinin çarkları arasında bitap düşmüş durumdadır. Enerji uzmanları sık sık ekranlara çıkıp istatistikler üzerine konuşmasına karşın bu ülkede bir yenilik yapmanın önündeki engeller konusunda cesaretli bir çıkış yapabilen birisi henüz yok. Öte yandan yeni bir teknik alan olduğu için verimliliği mevcutlara göre tartışmalı bir konu. Ancak her yenilik aşağı yukarı aynı hikayeye sahiptir. Bu durumun uzun dönemli açıklamaları yeterince yapılamıyor.
İlk hesap makinesi yapıldığında bir oda büyüklüğünde ve tonlarca ağırlıktaydı, ilk bilgisayar da bundan aşağı sayılmazdı. Matbaa da hakeza öyleydi. Mühim olan bilimsel bir tekniğin ilk halinin şu ana göre ilkel ya da masraflı görünmesi değil, bunun bütün boyutlarıyla ele alındığında yarın ne getireceğini öngörebilmesidir.
Asıl büyük buluş budur ve asıl büyük zeka burada yatmaktadır.
Genel tarih bilgisinin ötesine geçip yenilenebilir enerjide rantabilite ve iktisadilik konusunu tartışabileceğimiz yeni bir yazıda buluşmak dileğiyle...
DİPNOTLAR:
1) Suyun kaldırma kuvvetini keşfetmesi ile tanıdığımız Siraküzalı bilim adamı Arşimet’in Sirakuza’yı kuşatan gemileri iç bükey aynaların güneşten topladığı güneş ışınları yolu ile yaktığı tarihi kayıtlarda yer almaktadır. Gerçi bazı kaynaklar bu bilgiyi tartışmalı bulmakta ama yaklaşık 2500 yıl öncesinde böyle bir denemenin yapılmış olması bile kayda değer bir öneme sahiptir.
2) Fransa’nın kömür ve çeşitli cevherler bakımından zengin Alsace-Loren Bölgesi için Almanlarla birkaç defa boğazlaşmasının da ana sebebi Fransa ve Almanya’nın özellikle kömür konusundaki fakirliğidir.
3) Güneş enerjisi konusundaki ilk çalışmalar ve bunların talihsiz serüvenleri ile ilgili daha geniş bilgi için http://www.dektmk.org.tr/upresimler/GUNES.pdf linkinden “Dünyada ve Türkiye’de Güneş Enerjisi, 2009” isimli değerli çalışmaya bakılabilir. Bu yazıdaki 19. yüzyıldaki ilk çalışmalara ilişkin diğer bilgiler de aynı kaynaktan alınmıştır.
4) Yararlandığımız kaynak Fransa’daki bu ilgi azalmasının bir nedeni olarak da Fransa’nın İngiltere ile iyi geçinmek için İngilizlerden yeni kömür siparişinde bulunduğunu ve bu yüzden bu değerli çalışmaların gözden düştüğünü ileri sürmektedir. Bu durum 1947 yılında Türkiye ile ilgili rapor hazırlayan Thornburg’un hazırladığı raporda “Siz verimsiz fabrikalarda demir çelik ve benzeri şeyler üretmeyi bırakın” demesini ve ABD’nin “Siz uçak üretmeyin biz size ucuza veririz” demesini hatırlatmaktadır.
Türkiye’nin de 1925 yılında Kayseri’de kurduğu ve birçok uçak ürettiği TOMTAŞ uçak fabrikasını 1950 yılında bu nasihatler doğrultusunda basit bir bakımevine dönüştürdüğünü unutmamak gerekir.
Ardından Sovyet korkusu dolayısıyla NATO şemsiyesi altına girmeye çalışan Türkiye’nin 1950’den itibaren 1930’lardakini andırır bir tane bile fabrika yapmadığını göz önüne alırsak Fransızların İngilizleri kızdırmamak için düştüğü hataya Türkiye’nin de ABD’ye yaranmak uğruna 1950’lerde düştüğünü açıkça görürüz.
5) Ülkenin bağımsızlığı için olmazsa olmaz ekonomik girdilerin ve araç gerecin ülke içinde üretilmesi için Kurucu Kadro’nun uçak, lokomotif, otomobil, silah, demir çelik, kömür üretimi gibi hususlara çok büyük önem verdiği ve bu konuda gözü kapalı yatırımlar yaptığı bilinmektedir. Bugünkü büyük sanayi fabrikaların büyük çoğunluğu o mantığın ürünü fabrikalardır. Aynı mantıktan hareketle petrole olan bağımlılıktan kurtulmak için İkinci Dünya Savaşı yıllarında yapılan sanayi planında eldeki kömür kaynaklarından benzin üretme projesi de yer almıştır. Hatta o tarihte benzinin litresi 4 kuruş iken kömürden elde edilecek benzin 11 kuruşa denk gelmektedir ama o günün hükümeti savaş koşullarında bunu yapabilmenin ülkeye hayati bir nefes aldıracağını düşünerek böyle bir denemede bulunmuştur. Ancak bu girişimin sonuçlarına ilişkin elimizde başkaca bir bilgi yoktur.
6) Nuri Demirağ’ın batırılması için o kadar büyük çaba gösterilmiştir ki Demirağ’ın fabrikasında ürettiği uçakların yurt dışına ihracını engelleyen kanun bile çıkarılmıştır. Bu, yasayla koruma altına alınan ihanetin dünyadaki benzersiz bir örneğidir.
7) Mesela Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri isimli eserinde Ming Çin’indeki ve Tokugawa Japonyası’ndaki bürokrasilerin gemicilikteki devrim niteliğindeki gelişmelerden korkarak kendi ülkelerinin imparatorlarının kafasına girerek gemi yapımını ve askeri donanmalarla uzak askeri seferlere çıkılmasını yasaklattığını anlatır. Kennedy’e göre bu iki büyük imparatorluğun içine kapanmasının en önemli sebebi de bu ihtiraslı bürokrasinin saray yönetimlerini teslim olmasıdır.