Divriği Ulucami ile Çayırhan Termik Santrali'nin benzerliği

Mehmet ASLAN

Değerli okuyucular, Çayırhan Termik Santrali'ni konu alan yazılarımızın sonuncusu ile karşınızdayız. Böylece sözümüzü yerine getirmiş olduk. İlginize teşekkür ediyoruz. 

Önceki iki yazımızın başlığına atfen bu yazıya da Çayırhan Mucizesi 3 demek gerekirdi belki ama bu sefer böyle tercih edelim dedik, hoşgörünüze sığınarak. 

Buyrun...

Bir arkadaşla projeler ve mühendislerin rolü üzerine tartışıyorduk. Ben mühendislerin, dağları delip âb-ı hayat akıtan Ferhat gibi büyük işler başardıklarını düşünüyordum. Arkadaşımsa aynı fikirde değildi: “Bizim mühendisleri fazla abartıyorsun” dedi ve ekledi:

“Bu filmde esas oğlan mühendisler değildir, ‘bond çantalı adamlar’dır. Bond çantalı adamlar gelir, para koyar, mühendisler bu sayede proje yapar, proje gerçekleşir, kâr elde edilir, bond çantalı adamlar yine gelir ve kârı alıp götürür. Bu işler böyle yürür…”

Ben anlattığı şeyin doğru olduğunu az çok bilmekle birlikte, pek kabul etmek istemiyordum bu kaderi.

“Peki, biz mühendislerin hiç mi rolü yok bu filmde?” dedim.

“Olmaz olur mu, tabii ki var” dedi arkadaşım, gülerek: “Figüran gibi, konu mankeni gibi bir şey!”

Yok, hayır, bana göre değildi mühendislerin rolünü böylesine küçümsemek. “Yıldızın parladığı anlar” olmuştur tarihte. Bunların bazılarında da mühendisler vardır dümende. 

***

Sonunda, 2002’nin sonbaharına doğru, Çayırhan’da da ‘bond çantalı adamlar’ ufukta göründü ve mühendislerin 2,5 yıllık beyliği tarihe karıştı.

***

Yeni gelenlerin içinde Hakkı Garbioğlu vardı meselâ. Sanıyorum aniden ortadan kaybolan Hulki Yakupoğlu’nun yerine gelmişti.

Hulki Yakupoğlu Siyasal’dandı. Ama sorulduğunda “Siyasal’ın Maden Bölümü’nden” diye cevaplardı. Park Teknik ihalesinin başından beri o derece işin içine girmişti. Çayırhan’a ilk gittiğimde bana yeraltı’nı o göstermişti. “Abi boşver, bu madenciler anlamaz, sana en iyi ben anlatırım yeraltı maden işletmesini” demişti. Gerçekten de o işletmeyi değme Maden Mühendisi öylesine şevkle ve gururla anlatamazdı bana.

Anlıyordum, çünkü Yatağan’ı gezmeye gelenlere de santralı aynı coşkuyla anlatırdım ben de, gözlerim parlayarak. Hani derler ya, devrim dönemlerinde, zaman hızlanır, insanların yetenekleri inanılmaz boyutlara ulaşır ve “terzi çıraklarının bile kuantum fiziğini öğrendiği” görülür. Siyasalcı’dan niye madenci çıkmasın?

Bu yüzden “mühendis” derken bu yazıda onu da kastettiğim anlaşılmalıdır. 

Ben, EÜAŞ Hukuk Müşaviri Temel Özatay, EÜAŞ Genel Müdür Yardımcısı Muzaffer Başaran ve Park Termik Genel Müdür Yardımcısı Hulki Yakupoğlu, Çayırhan’da madeni gezerken

Hakkı Garbioğlu ise bambaşka bir havadaydı. Hayatı Tepe Mobilya’da masa sandalye satmakla geçmiş, bütün derdi pazarlama, satış ve tahsilât üçgeninden ibaret olan, ufku öylesine daracık kalmış biriydi. Hayatında ilk defa bir santraldan içeri adım atıyordu. İşletme Hakkı Devri Sözleşmesi’ni okuyunca aklı başından gitmiş.

Bir gün, bizim İşletme Müdürümüz Serdar Önen’in odasında bu konularda konuşuyorduk: “Ne muhteşem bir şey bu yahu!” diye bağırdı. “Elektriği üretiyorsun, ürettiğin anda satıyorsun, hiçbir pazarlama sorunu yok ve alacağın da ay başında tıkır tıkır hesabına geçiyor! Bundan güzel ne olabilir?”

“Hakkı Bey” dedim, “Sen Sözleşme’nin sadece ön sayfasını okumuşsun. Onun bir de arka sayfası var. Allah göstermesin, ayağın bir kayarsa, başına gelecekleri işte o arka sayfada yazmışlar. Garantiler, taahhütler, cezalar, tazminatlar…”

Nitekim, bir süre sonra, Murphy Kanunları mucibince olan oldu ve “ayağımız kaydı”, 1.Ünite Ana Trafosu yandı. Bunun anlamı, benzer özellikte bir trafo bulunup yerine konulamadığı sürece 1. Ünite’nin hiç üretim yapamaması demekti.

Öte yandan, Sözleşme’nin 16. Maddesi resmen idam fermanı gibiydi:

“Şirket, garanti ettiği yıllık net enerji üretim miktarını TEAŞ'ın ihtiyaç duymasına rağmen mücbir sebepler ve TEAŞ'dan kaynaklanan sebepler dışında gerçekleştiremeyerek daha düşük miktarda enerji üretmesi halinde üretilemeyen enerji miktarı için her sözleşme yılı sonunda o sözleşme yılının son günü itibariyle geçerli olan birim üretim bedeli üzerinden TEAŞ'a ceza ödeyecektir.”

Yani 1.Ünite’nin devre-dışı kaldığı süre boyunca TEAŞ’tan hiçbir ödeme alamayacağımız gibi, üstüne üstlük, garanti edilen ancak üretilemeyen enerji miktarı için TEAŞ’a çok ağır bir ceza ödeyecektik. Bu nedenle en kısa sürede bir trafo bulmamız gerekiyordu.

Mevcut trafonun tamiratı veya yeni bir trafo imalatı çok uzun süre alıyordu. İmalatçılar ise bu büyüklükte bir trafoyu hiçbir zaman yedek olarak stokta bulundurmuyorlardı. Yani parasını versen dahi böyle bir trafoyu hemen bulmak mümkün değildi.

Bir ihtimal, 10’dan fazla 150 MW’lık ünite işleten EÜAŞ’ta yedek trafo olmasıydı. Hemen yazılı olarak müracaat ettik ama gelen yanıt olumsuzdu. O sırada birden aklıma geldi. Yatağan’da çalışırken başımıza dert olan bir Toshiba marka trafo hikâyesi vardı. Yatağan’daki üniteler 210 MW olmasına rağmen yedek olarak gönderilen bu trafo - şaka gibi! - 150 MW gücündeydi. Birkaç kez Genel Müdürlüğe yazdım, bu trafonun santralımız için uygun olmadığını, alınıp başka bir santrala verilmesini… En sonunda kazık gibi bir yazı geldi Genel Müdürlük’ten: “Sözkonusu trafo Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy santralları için yedek olarak alınmıştır, muhafaza edilmesi…”

Artık Devlet’te satır aralarını okuyabilecek kadar tecrübe kazanmıştım: “Kes sesini” deniyordu, “Otur oturduğun yerde!..” Besbelli üst kademe birinin -meselâ- bir Japonya seyahati hatırına alınmıştı bu lüzumsuz trafo. Neyse, bir süre sonra Seyitömer’de arıza olduğunu bildirdiler ve trafoyu oraya göndermemizi istediler. Kurtulduğumuza sevindik, çünkü kullanılmayan bir trafoyu bile koruması, muhafaza etmesi kolay iş değildi.

Şimdi bu olay aklıma gelince, Seyitömer’de mutlaka fazladan bir trafo olması gerektiğini düşündüm. İşi sağlama bağlamak için Seyitömer’in eski müdürlerini, Mehmet Beyaz’ı, Kâzım İşlek’i de aradım. Her ikisi de yedek trafo olduğunu doğruladılar. Bunun üzerinde Cevdet Özçevik’le birlikte o zamanki Termik Santrallar Daire Başkanı Tayfun Açıl’ı ziyaret edip, konuyu açtık. Ama Tayfun Bey, bizim müracaatımız üzerine bütün santral müdürlüklerine, bu arada Seyitömer müdürlüğüne de yazı yazdıklarını, hepsinin de resmi yazı ile olumsuz cevap verdiklerini söyledi. Hatta Seyitömer’den gelen, İşletme Müdürü İrfan Arslan imzalı yazıyı da çıkarıp gösterdi.

Bunun üzerine, işletmecilerin bu husustaki kıskançlıklarını çok iyi bildiğim için, Seyitömer'dekilerin ellerindeki hazır trafoyu kaptırmamak için yalan söylediklerini belirttim ve biraz sıkıştırırsa gerçeği öğrenebileceğini Tayfun Bey’e söyledim. Gerçekten Tayfun Bey, Seyitömer’i telefonla tekrar arayınca yedek trafo ortaya çıktı.

Trafoyu bulmuştuk ama alması o kadar kolay olmadı. “TEAŞ Kiralama Yönetmeliği”ne göre basitçe ve çok ucuza verilebilecek trafoyu TEAŞ öyle yüksek bir kira karşılığı verdi ki, yaklaşık 8 aylık kiralama karşılığı ödediğimiz para yeni bir trafo fiyatından daha yüksekti. Ama eğer trafo bulunamasaydı, Park Termik’in uğrayacağı zarar bundan kat be kat daha büyük olacaktı. (Benim hesaplamama göre, takriben 50 Milyon USD civarında bir şey!)

***

İşte bunun gibi çeşitli riskleri göz önünde bulundurup çok dikkatli bir şekilde çalışmak gerekiyordu. Bu da ancak kaliteli ve şevkli bir insan gücü ile mümkün olabilirdi. Ne demişti Bertolt Brecht:

Tankınız ne güçlü generalim,

Siler süpürür bir ormanı,

Yüz insanı ezer geçer.

Ama bir kusurcuğu var;

İster bir sürücü.

Bombardıman uçağınız ne güçlü generalim,

Fırtınadan tez gider, filden zorlu.

Ama bir kusurcuğu var;

Usta ister yapacak.

İnsan dediğin nice işler görür, generalim,

Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.

Ama bir kusurcuğu var;

Bilir düşünmesini de.

(Çeviren: Asım Bezirci )

Ama bir süre sonra, yani “bond çantalı adamlar”ın gelişinden sonra, işin bu tarafı unutuldu Çayırhan’da. Sineğin yağını çıkarmak geçer akçe oldu. Genel işletme masrafları içinde “ihmal edilebilir” düzeyde olan mühendis ücretlerinden tasarruf edilebileceği zannedildi. Gelişigüzel işten adam atmak moda oldu. Öyle ki, yıl sonunda işten atılmamış olmak bir çok mühendis için yeterli zam olarak telakki edilir hale geldi. Bu nedenle bir işletmenin can damarı sayılacak yetişmiş insan gücü yavaş yavaş Çayırhan’ı terk etmeye başladı. (Ne diyelim? Belki de bu sayede santralcılıkta ve madencilikte Çayırhan Ekolü bütün Türkiye sathını kaplamaya başladı!..)

Yine de, ilk günlerin büyük mühendislik emeği ile hazırlanan, yıllara, aylara, haftalara kadar ince eleyip sık dokunarak oya gibi işlenen üretim programları, rehabilitasyonlar ve revizyonlar sayesinde Çayırhan en az 10 yıl idare edebildi, garanti ettiklerini fazlasıyla başardı.

Ama sonrasında (artık Park’ta değildim o zamanlar), EÜAŞ’taki arkadaşlarımdan duyduklarım pek hoş şeyler değildi. Maden’de sık sık problemler baş gösteriyordu, bu nedenle santral kömür sıkıntısı çekmeye başlamıştı. En kötüsü de, Devletçilik zamanında o çok eleştirdiğimiz bir uygulamaya benzer şekilde, çaresizlikten Türkiye’nin dört bir yanındaki madenlerden kömür aranmaya başlanmıştı. Ama tabii ki taşıma suyla değirmen dönmüyordu. Bu yüzden üretimde aksamalar oldu, “arka sayfa” devreye girdi, eksik üretim nedeniyle Şirket EÜAŞ’a bir sürü ceza ödemek zorunda kaldı. Böylece ite kaka 20 yıl tamamlanabildi.

Ve 20 yıl dolar dolmaz Ciner Grubu ceketini alıp Çayırhan’dan ayrıldı.

Oysa böyle mi olmalıydı? Gönül isterdi ki Çayırhan’da yakılan ateş gitgide büyüsün, yaygınlaşsın ve bütün Türkiye enerji sektörünü kavrasın. Olmadı. Ateş Çayırhan havzasını bile tam olarak kaplayamadan, kendiliğinden söndü ve küllenmeye bırakıldı. Sadece güzel bir hatıra olarak kaldı.

Tıpkı bundan 800 yıl kadar önce, Türkiye’nin hâlâ kolay ulaşılamayan sapa bir yöresinde, Divriği’de yaşananlar gibi…

Doğan Kuban, “Divriği Mucizesi” diye tanımladığı Divriği Ulucamisi ve Şifahanesi’ni anlatırken, yapıldığı dönemin o çok kendine has özelliklerinden bahseder:

“Divriği sanatının büyüklüğü, çevresinin koşullarını aşan bir sanatçının ya da sanatçı grubunun varlığında temellendirilmelidir. Bu sanatçıların önerilerini kabul eden patronun da özel bir insan olduğunu kabul etmek gerekir. Popper’in sözünü ettiği “durumun mantığı” (logic of situation) bağlamında Divriği’de de ancak bir kez var olan bir koşullar coğrafyasından söz edebiliriz.” (Doğan Kuban, Divriği Mucizesi, YKY, 2001, s. 21)

“Bu, patron, sanatçı ve çeşitli koşulların, rastlantısal bir buluşması mıdır?” (a.g.e., s.22)

Anadolu o dönemde küçük küçük beyliklerden oluşan anarşik bir yapı görünümündedir. Bizans çözülmüştür ama onun yerini, Orta Doğu’nun genel kaderi olan nemrut merkeziyetçilikler kaplayamamıştır henüz. İnsanın yaratıcılığını öldüren, beynini dumura uğratan ve ufkunu karartan nemrutluklar henüz her şeye hakim olamamışlardır.

Uzmanları en çok hayrete düşüren şey, bir yapıda bu kadar çok farklı ve çeşitli kültürlerin bir araya gelmesi, mimar ve ustaların kişisel coşkularını bu kadar serbest ve dizginsiz bir şekilde ifade edebilmeleridir. Bu, ancak bütün insanî faaliyetlere önyargısız bakabilen, dogmanın esiri olmadan her şeyden yararlanan, “her çiçekten bal alabilen” özgür bir kafa yapısı ile mümkündür.

“Moğollardan kaçan Orta Asyalı ve özellikle Baktra’dan gelen ustalar, Suriye’den gelmiş Haçlı artığı taşçılar, Ermeni, Gürcü, İranlı her ülkeden insanın, esir ya da sığınmış olarak burada buluşmuş olmaları, o günlerin koşullarında olasıdır. Ancak böylesine karmaşık bir tarihi background üzerinde Divriği mucizesi denilebilecek olağanüstü zengin, olağanüstü özgür mimari ve bezemesel başyapıt ortaya çıkmış olmalıdır.” (a.g.e., s.36)

Sürekli devam eden ve rahat huzur vermeyen Moğol saldırıları önünde, kendileri can derdindeki patronlar (küçük Mengücek Beyliği) taş ustalarını kendi haline bırakmış, fazla müdahale edememiştir.

Ne kadar ilginç! 800 yıl sonra Çayırhan’da olan da bundan çok farklı bir şey değildir. Özelleştirme’den hemen sonra, 2001 yılı Ocak ayında başlatılan Beyaz Enerji soruşturması nedeniyle Şirket sahipleri bir süre ortalıktan çekilmek zorunda kalınca, Çayırhan yönetimi neredeyse tamamen iş başındaki mühendislerin özgür iradesine kalmıştır. Aslında pek fena da olmamıştır!

“Divriği ustaları yaygın ve etkili geleneklere kafa tutmak, onları aşmak cesaretini göstermişlerdir. Yarı göçer bir patronun isteği ve zevki, eskiden yapılmış örneklere dayanarak böylesi taçkapıları ustalardan isteyemezdi. Burada egemen olan, heykeltraş nitelemesine değer bir taşçı ustasının iradesidir. … toplumların ve insanların üç bin yıllık otoritelerine ve alışkanlıklarına kafa tutan ustaların cesaretine hayran olunur.” (a.g.e., s.24)

Çayırhan’da da, binlerce yıllık Devletçilik geleneğinden koparak bir özel işletme yaratmak için kolları sıvayan mühendisler cesaret etmiş ve çok özgül, çok yaratıcı yöntemler kullanarak bu kritik geçişi mümkün olduğu kadar sancısız ve çatışmasız gerçekleştirebilmişlerdir.

“Moğollardan ve Harzemşah’tan kaçan Türkmen göçerleri, yakılıp yıkılan kentlerin halkları Suriye ve Anadolu’ya ve savaş belâsından uzak kentlere sığınmışlardır. Kaçanların başında, yollara düşmesini en iyi bilen tüccarlar ve zaten şantiyeden şantiyeye dolaşarak sultanlara, beylere hizmetlerini sunan yapı ustaları, gezici sanatçılar geliyordu. Böyle bir ortam, eğer yaratıcı bir sanatçıya bir şeyler yapmak olanağı sunarsa, büyük bir olasılıkla onu yaptığı ile baş başa bırakan özgür bir ortamdı. Çünkü patronlar için, bir takım imgeler var olsa bile, yerleşmiş bir kültür ortamının uzun süreli gelenekleri söz konusu değildi.”(a.g.e., s.35)

O dönemde, ben dahil, bir çok değişik yerden, farklı siyasi görüş ve farklı tecrübelerle gelerek Çayırhan’a sığınan bir çok insan, yeni bir iş başarmanın hazzıyla ortak bir görüş etrafında birleşerek yeni bir işletme düzeni ve yeni bir ahlâk yapısı meydana getirmişlerdi. Yıllardır bu işletmede çalışan ve eski düzenin laçkalıklarını ve aksaklıklarını bilen işçilerin çok büyük bir bölümü de bu yeni düzeni hoşnutlukla karşılamışlardı.

“Bu alan, sürekli bir hareket, kaçış ve arayışlar dünyasıdır. İnsanları, düşünceleri, yapıtları, formülleri oradan oraya taşır, sonsuz çeşitlilikler içinde bir davranışlar homojenliği içerir. Buhara’dan Hac’ca giden, Isfahan ya da Bağdat’a gideceğine, Ahlat ya da Konya’ya düşebilir. Kervansaraylarda kimlerle karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Moğollardan kaçan Celaleddin’in eline düşer. Onun bıraktığı, Mengücek sultanına sığınır. Oradan nasibini alamayan, Erzurum Saltuklu Beyi’ne ya da Diyarbakır Artuklu sarayına sığınabilir. Yolda Eyyûbî askerlerinin eline geçip, Kahire’de esir olarak satılabilir.” (a.g.e., s.35)

“Divriği, tarihi koşulların yaratıcı özünün, bir kereye özgü bir durağıydı. İslam dünyasının dört bir tarafından gelen bir sanatçılar grubu buluşmasaydı, böyle bir bezeme dünyası yaratılamazdı.” (a.g.e., s.36)

Evet, Çayırhan da tarihi koşulların yaratıcı özünün, bir kereye özgü bir durağıydı. Madencilik ve santralcılık dünyasının dört bir tarafından gelen bir mühendis ve teknisyenler grubu buluşmasaydı, böyle bir işletme düzeni yaratılamazdı.

Ama bence işin en temel belirleyici yönü, hem Divriği hem de Çayırhan’da ortak yön, baskıcı ve emredici merkeziyetçiliklerden azade, ülkenin sapa bir yerinde kendi kaderine hükmeden bir özerkliktir:

“Bu anıt yapının Türk dönemi Anadolusu’nun en güçsüz ve küçük beyliklerinden birinin, ikinci derecedeki bir merkezinde yapılmış olması şaşırtıcıdır.” (a.g.e., s.11)

“Malazgirt’ten sonra Selçuklu beyleri küçük orduları ve onları izleyen kabileleriyle Bizans ve yeni fethedilen topraklarda küçük devletçikler kurdular. … Ortaçağ İslâm kültürü ve Anadolu’daki Türk kültürü, çok merkezliydi. Osmanlı dönemindeki gibi tek bir merkezin yarattığı ve yaydığı bir kültür yoktu. … Bu durumu İtalyan Ortaçağı ve hatta Rönesansı ile karşılaştırabiliriz.” (a.g.e., s.31)

Ama tarihi şartların umulmadık bir hediyesi gibi görülebilecek bu durum ilânihaye devam etmemiş, bir süre sonra yerini “merkez”in işgaline bırakmış, yaratıcı özünü kaybetmiştir:

“… o dönemdeki yaratma yoğunluğu sonradan giderek azalmış, Osmanlı döneminde başkentlere indirgenmiş, Anadolu 19. Yüzyıla gelene kadar 12. ve 13. yüzyıl canlılığına bir daha hiç kavuşamamış, 15. yüzyıldan sonra, Karatay Medresesi, Gökmedrese, Divriği Ulucamisi niteliğinde bir sanat yapıtı Cumhuriyet’e kadar yapılmamıştır.” (a.g.e., s.32)

***

Sineğin yağını çıkarmaya pek meraklı “bond çantalı adamlar”, Çayırhan’da işi o derece bürokrasiye kardırdılar ki, eskiden herhangi bir servis şefinin yetkisinde olan siparişler bile artık haftada bir toplanan “Satınalma Komisyonu”nda görüşülüyor, uygun görülse dahi dosyası Ankara’ya (hatta bir süre sonra İstanbul’a) götürülüp imzalatılmadan yürürlüğe giremiyordu. Çünkü onların anlayışına göre bütün çalışanlar –henüz olmasa bile- potansiyel olarak “hırsız” gibi görülüyordu... Tıpkı eskiden, Devletçilik zamanından çok iyi bildiğimiz o hafiye kılıklı müfettiş bakışı her yanı sarmıştı... Çok tecrübeli ve yetenekli, yabancı dil bilen, Makine Mühendisi Satınalma Şefimiz Şamil Bey birdenbire işten atıldığında nedenini sormuştum. Çok bilmiş bir eda ile: “Sen anlamazsın, bir Satınalmacı’yı iki yıldan fazla çalıştırmamak gerekir!” demişlerdi.

Kim bilir, belki onlar da kendilerince haklıdırlar... Ama bana göre değil bu bakış.

Yatağan’da özelleştirme görüşmeleri sırasında sohbet ettiğimiz National Power’dan bir İngiliz mühendis, mevcut düzenin problemlerini anlattığımda bana şöyle demişti:

“Anlaşıldı, siz Fransız tipi bir anlayışla yönetiliyorsunuz.”

Ben anlamayınca da açıklamıştı ne demek istediğini:

“Dünyada iki farklı yönetim anlayışı vardır. Biri İngiliz tipi, diğeri Fransız tipi. Aslında ikisi de aynı verili koşullardan hareket eder: Diyelim ki, çalışanların yüzde 5’i yamuktur! Fransız tipi yönetim, bu yüzde 5’i enseleyebilmek için ortalığı müfettişe boğarlar, böylece kalan yüzde 95’in de elini kolunu bağlayarak işletmenin canına okurlar. Oysa İngilizler çalışanlara güvenirler, bütün yetkileri astlarına dağıtırlar, bu şekilde işletme o kadar fazla kâr eder ki, o bildiğimiz yüzde 5’in tırtıklaması bile hiç fark edilmez olur.”

Gerçekten de, duyunca aklımız durmuştu: Şirketin servis şoförünün bile kendi hazırladığı bir yıllık bütçesi vardı!

Ben İngilizlerden yanayım.

En hoşuma giden söz ise, sineğin yağını çıkarmaktan ziyade sineğin bile emeğinden istifade etmeye çalışan, yerini bulduğunda en sıradan insanın bile harikalar yaratabileceğini bilen, Çayırhan’daki Genel Müdür’üm, arkadaşım, yakın dostum Yusuf Aydın’ın sözüdür:

“Ben işe adam almayı çok severim de, işten adam atmayı hiç sevmem!”

Bu yüzden, bir süre sonra Çayırhan’dan ayrıldı, Ankara’ya geçti.

Ben de 2003 başlarında Ankara’ya proje grubuna geçtim. Tufanbeyli ve Silopi projelerinin geliştirilmesinde çalıştım. 2007’de Park Holding’ten ayrıldım.

***

Sonsöz yerine:

“Ancak kısa bir bağımsızlık dönemi olan küçük bir Türkmen göçer beyliğinin başkentlerinden birinde, Divriği’de bu yapıtı yaratacak sanatçıların bir araya gelmesi, onlarla bu büyük anıtı yaptırmak isteyen emir arasında ortak bir yapı ve bezeme kurgusu üzerinde anlaşılması ve bir tür üretim ittifakının kurulması ve bu tasarının bitirilip bitirilemeyeceğinin düşünülmeden uygulamaya konması, insanlığın sanat serüveninin ve dünya sanat tarihinin en ilginç gösterilerinden biri sayılmalıdır. Divriği Ulucamisi ve Şifahanesi’nin eşi olmayan taş oyma bezemesi gerçekten de yarım kalmıştır. Fakat yapıldığı kadarı ile Türk döneminde Anadolu’da yaptırılan anıtlar içinde en evrensel nitelikli sanat yapıtıdır.”

(Doğan Kuban, Divriği Mucizesi, YKY 2001, s.40)

“Dibe çökerler devinim evrelerinde

Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi

Yan yana omuz omuza bitişe bitişe

Suyun yüzüne yükselirler

Giderek renkleri koyulaşır

Avukattırlar

Günoğludurlar

Nilüferleri kararta kararta

Kalırlar orda.”

(Cemal Süreya, Onlar İçin Minibüs Şarkısı’ndan)