Biz böyle rahatız komutanım!

Mehmet ASLAN

Hayatımda en fazla iki tesadüfe çok seviniyorum:

Birisi sigarayı bırakma kararım: 23 Ekim 2007 tarihinde bir kalp krizinden sonra daha doktorlar ağızlarını açmadan sigarayı bırakmıştım. Bundan hemen sonra, tam tarihini hatırlamıyorum ama, en fazla birkaç ay sonra Hükümet, kapalı ortamlarda sigara içilmesini yasakladı. “İyi ki daha önce bırakmışım” diye düşünmüştüm o zaman, “Yoksa Hükümet zoruyla sigara bırakmak epeyce ağırıma giderdi…”

Diğeri de şu malûm Koronavirüs vakasından sonra meydana geldi. Bu musibetin en fazla bizim gibi nüfus kâğıdı eskimiş ve daha önce darbe almış olanları vurduğunu öğrenir öğrenmez, (ve üstelik Hükümetin de ekonomik gerekçelerle hâlâ ayak sürümeye devam ettiğini görünce), esas olarak bizi muhatap alan bir soykırım teşebbüsü ile karşı karşıya olduğumuzu düşünerek kendi tedbirimizi kendimiz aldık. Çocuklarımızın da teşvikiyle, 17 Mart 2020 tarihinden itibaren eşimle ikimiz kendimizi küçük ama ferah bir eve kapadık. Soykırımdan kurtulmanın tek çaresinin bu olduğunu düşündük. Bizim kendimizi kapamamızın üstünden 5 gün geçtikten sonra hükümet sokağa çıkma “kısıtlaması”nı başlattı. 21 Mart 2020 akşamı İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan bir genelgeyle 65 yaş ve üzeri yaştaki bireylerin, yani istatistikleri artırma potansiyeli taşıyan ‘moruk’ların, 22 Mart 2020 itibarıyla sokağa çıkmalarına kısıtlama getirildi.

Bu arada, yıllardır düşündüğüm ve bir türlü karar veremediğim bir hususu canlı olarak test etme imkânına da kavuştum böylelikle. Şöyle düşünüyordum: “Hapse düşmek neden o kadar kötü olsun ki? Yanında kitapların, filmlerin, bilgisayarın ve internetin olduktan sonra, ne fark eder ki?” Arkadaşın biri: “Hop hoop!” dedi. “İnternet yok orada, yasak!” “Neee??!!” dedim hayretle, “Nasıl olur yahu? İnsan haklarına aykırı bu…” Arkadaşım müstehzi bir edayla: “Valla, hapishanenin kendisinin de insan haklarıyla bir ilgisinin olup olmadığı tartışılıyor zaten…” dedi. O zaman, hapisle ilgili hayallerim biraz yıkıldı açıkçası.

Ama Korona münasebetiyle aylardır yaşadığımız bu yeni tür hapislik’te “üstelik internet de var!” Evimizin hemen karşısındaki Barış Market’in sahibi Tacettin, seslendiğimiz anda koşup geliyor, ne istersek bulup buluşturup getiriyor, balkondan sarkıttığımız sepete dolduruyor. Parasını aynı şekilde gönderip bütün işlemlerimizi “temassız” bir şekilde halledebiliyoruz. Mahallemizdeki şarküteri ve kasap da aynı şekilde yardımcı oluyorlar. Yeni türeyen “seyyar manav”lar da sabahtan akşama kadar kapımızın önünden geçip duruyorlar. Yani açıkçası, bu hapislik bana fazla koymadı. Kitaplarımı okuyorum, filmlerimi izliyorum, yazılarımı yazıyorum… Akşamları balkona kurulup bir duble rakımı koyuyorum, yıllardır görüşmediğim arkadaşlarla WhatsApp’tan görüntülü sohbet ediyorum. Daha ne isterim, değil mi? Bir tek, açık havada yürüyüş yapamamak biraz sıkıntı veriyor. Ama onun da kolayını buldum: Evin odaları ve koridorları arasında çeşitli parkurlar yaratıp biraz dolap beygiri havasından uzaklaştırmaya çalışarak yürüyüşler yapıyorum. Can sıkıntısını gidermek için de Youtube’dan bulduğum en eğlendirici ve öğretici sohbetleri yürüyüş sırasında dinleyerek vakit geçiriyorum. (Örneğin, biraz önce yürüyüş yaparken, Amerikan yerlilerinin çok büyük bir bölümünün, beyazların katliamı ile değil de, beyazlardan kaptıkları çiçek ve kızamık salgınlarında kitleler halinde öldüklerini öğrendim. Hazırlıksız yakalanmışlardı. Beyazlardan farklı olarak, henüz bünyelerinde antikor gelişmemişti bu hastalıklara karşı. Tıpkı bizim gibi!..)

Ama son zamanda bizim cenahtan “Biz 68’liler…” diye başlayan bazı homurtular yükselmeye başladı bu hapis hayatına karşı. Bazı argümanlarına katılmakla birlikte, pek umursamıyorum. Çünkü durum, aklıma hemen Sevgi Soysal’ı ve onun 12 Mart darbesinden sonra Mamak’taki Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda yaşadıklarını getiriyor.

Son zamanlarda, bazı abuk subuk gözaltıları ve tutuklamaları, hatta incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerden dolayı onyılları bulan hapis cezalarını duydukça insanların feveranını anlıyorum, ama “Bu kadarı da olmaz! Hiçbir zaman da olmadı!” şeklindeki itirazlarına pek katılamıyorum. Bakmayın, “O yârimin eski huyudur!” 12 Mart’ta Mümtaz Soysal ve Sevgi Soysal’ın yaşadıkları bunun bariz bir örneğidir.

Bence Mümtaz Soysal’ın hayatının en büyük zaferi olarak anılması gereken şey, Sevgi Soysal gibi, o zamanlar hepimizi uzaktan da olsa kendine aşık edecek kadar zeki ve alımlı bir kadını tavlayabilmesidir. Mümtaz Soysal hapiste iken evlenmeleri sonrasında, yine mümtaz yöneticilerimizin rejisörlüğünde yıllar süren bir ortaoyunu sergilenmişti o sıralar. Birisi hapisten çıkar iken diğeri bir şekilde hapse alınıyordu. Bu yüzden, evli olmalarına rağmen, uzun bir süre elleri ancak demir parmaklıklar üzerinde birleşebilmişti. Biri mahkûmsa diğeri ziyaretçi, biri ziyaretçi ise öbürü mahkûmdu mutlaka.

Hem de ne için? Mümtaz Soysal, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ders kitabı olarak okutulan “Anayasa’ya Giriş” isimli kitabı ile Gomanizm poropagandası yapmak suçundan tam “6 yıl 8 ay hapis ve 2 yıl 2 ay sürgün” cezası talebi ile yargılanıyordu. Tabii sonuçta bu dava ciddi hiç bir sonuca ulaşamadan kapanıp gitti. (Ama korkmayın, Askeri Savcı Baki Tuğ bu yüzden intihar etmedi!)

Sevgi Soysal ise 1970 yılında yayınlanan “Yürümek” isimli romanında “müstehcenlik” bulunduğu suçlamasıyla yargılanmaktadır o sıralar.

Yani konunun, hukukla filan bir ilgisinin olmadığı, tek hedefin bu iki insana eziyet etmek ve yaptıklarını fitil fitil burunlarından getirmek olduğu o kadar belliydi ki!

İşte böyle bir dönemde, Sevgi Soysal Mamak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda yatarken, yukarıdan bir talimat gelir: Bundan sonra siyasi tutuklular er statüsüne tabi tutulacaklar, amirlerin her gelişinde tıpkı diğer erler gibi hazrola geçip selâma duracaklardır. Tabii koğuşta kıyamet kopar! Özellikle Gülay (Özdeş) ve Türkan (Sabuncu) gibi Dev-Genç’li kızlar ortalığı yıkarlar, asılırız da selâma durmayız diye. Sevgi Soysal ise onlardan yaşça ve başça büyük olması hasebiyle koğuş sözcüsüdür ve yönetim nezdinde olduğu kadar o “keskin sirke” gençler üzerinde dahi tümünün kabul ettiği bir otoritesi ve saygınlığı vardır. Bakar ki, bu gidişle kan gövdeyi götürecek, çok zekice bir plan ortaya atarak en uzlaşmaz sanılan gençleri bile ikna eder, yatıştırır. Bundan sonrasını, Sevgi Soysal’ın kaleminden okuyalım:

“Tartışmanın biteceği yok. Ama sonunda karar veriliyor. Selâm da, hazrol da, yani bizden beklenen askerlik, bizi çevreleyen dikenli tellerin, tomsonların sadece bir uzantısı. İçimizi, inancımızı, direncimizi belirlemeyen, belirlemeyecek olan baskı çemberinin bir parçası. O kadar. Arkadaşlara, tutuklu Filistin gerillalarının “Stern” dergisinde çıkmış, fotoğrafını gösteriyorum. Onları da tabura sokup havalandırmaya çıkarmışlar, resimde. Sabahberi süren tartışma, ortak kararın rahatlığıyla gevşiyor. Koğuş kapısı açıldı. Havalandırma saati. Sabahtan beri, otura otura gerilmiş adalelerimizi yürüyerek açıyoruz. Dikenli tellerin dışında bekleyen tomsonlu erlerden biri, ansızın komut veriyor:

“Hazrol!”

Albay daha uzakta. Ama şimdiden veriliyor komut. Hepimiz, taştan bir heykel gibi olduğumuz yerde hazrol bekliyoruz. Albay yaklaşıyor. Yüzünden, kadın tutukluların böyle hazrol durmasından pek memnun olduğu anlaşılıyor.

Memnun, babacan bir yüzle yaklaşıyor bana. Hani nerdeyse, sanki ben koğuş sözcüsü değil de, çavuşmuşum gibi, koğuşun asker görünümü için sırtımı sıvazlayacak.

Albay, herkesin hazrol durduğuna emin olduktan sonra, gönlü olmuşçasına komut veriyor:

“Rahat!”

Ama kimse bozmuyor durumunu. Herkes yine hazrol durumunda, taş gibi.

“Rahat!” Albayın sesi babacanlığını yitiriyor. Sinirlendiği belli. Havalandırma avlusunda, kadın tutuklu heykelleri dikilmiş sanki. Bu görünüm rahatsız ediyor onu. Albay önümde dikilip bağırıyor:

“Rahat, dedim, sözcü, rahat, dedim.”

İyice sâkin bir sesle cevap veriyorum albaya:

“Biz, böyle rahatız komutanım!”

(Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bilgi Yayınevi, 1982, sayfa 151-152.)

***

 

Biz de şimdi, henüz verilmedi ama, ha verildi, ha verilecek diye bekliyoruz o memnun ve babacan “Rahat!” komutunu.

Bekleyin, “68’li arkadaşlar..” bekleyin birazcık daha.

Ve ne zaman ki verildi yukardan o emredici, o ceberrut “Rahat!” talimatı…

İşte o zaman siz de benimle birlikte tekrarlayın (yüksek sesle):

“BİZ, BÖYLE RAHATIZ KOMUTANIM!”

“Sokağa ne zaman çıkıp çıkmayacağımıza karar verebilecek yaştayız, komutanım!”

“Esas Duruş Mülkün Temelidir[1], onu da biliyoruz, komutanım!”

 

 

 

 

[1] Ece Ayhan, Esas Duruş Mülkün Temelidir, Ludingirra, Sayı 1, Bahar 1997.