Akbelen Ormanı’ndaki ağaçların kesilmesiyle ilgili tartışmalar nedeniyle uzun süredir kömürle yatıp kömürle kalkıyoruz.
Kesimi
Doğrusu, eğer kömür üretimi yapacaksanız, bu memlekette ağaçsız bir alan bulma olasılığınız çok da fazla değildir. O nedenle, “açık ocak kömür işletmeciliği yapacağım ama ağaçlara dokunmayacağım” diyen birileri varsa, siz siz olun inanmayın.
Üstelik Yeniköy ve Kemerköy gibi büyük kapasiteli santralleri besleyecek kömürün üretimi için kesilecek ağaç sayısı, tahmin edebileceğinizden çok daha fazladır. Ve zaten o ağaçların asıl büyük bölümü 40 yıldır çalışmakta olan bu santraller için çoktan kesilip gitmiştir.
İyi ama biz bu santralleri neden yaptık, 40 yıldır o kadar ağacı niye kestik?
Aslına bakarsanız, hikâye, 70’li yıllarda başlar.
Yeniköy ve Kemerköy santrallerinin hikâyesi
O tarihlerde Türkiye’de, ne doğal gaz ne ithal kömür ne de yenilenebilir kaynakların adı geçmektedir. Elektrik üretimindeki kaynak seçenekleri sadece yerli kömür, hidrolik ve ithal petrol ürünleriyle sınırlıdır. Fuel-oil ve motorin kullanımı giderek artmaktadır; Arap-İsrail Savaşı’nın patladığı 1973 yılı geldiğinde toplam içindeki payları yüzde 51’e kadar yükselmiştir.
Savaşla birlikte petrol fiyatlarında dramatik yükselişler yaşanır. Ardından 1979 İran İslam Devrimi ikinci büyük petrol krizini tetikler. Petrolün fiyatı, 1973 öncesine göre neredeyse 20 katına çıkmıştır. Elektrik üretiminde petrole olan aşırı bağımlılık yüksek fiyat artışlarıyla birleşince, Türkiye’de ağır bir enerji bunalımı ortaya çıkar. Söz konusu bunalım, o yıllarda ülkemizin yaşadığı siyasal ve toplumsal çalkantıların da nedenlerinden biri olacaktır.
Önünde çok fazla seçeneği bulunmayan Türkiye, o dönem enerji krizini memleketin kömürüyle aşmıştır: Yerli kömür rezervleri seferber edilmiş, 1977-1987 yılları arasındaki 10 yılda kömüre dayalı yaklaşık 3.700 megavat büyüklüğünde bir elektrik üretim kapasitesi yaratılabilmiştir.
Neticede, 1970’li yıllarda yüzde 40’lara varan elektrik üretimindeki ithal kaynak bağımlılığı, yerli kömürler yönündeki kamusal tercih sayesinde 1987 yılı geldiğinde yüzde 20’ler seviyesine kadar düşürülebilmiştir. İthal kaynak bağımlılığındaki bu rahatlama ise 1990’lı yılların sonuna kadar Türkiye ekonomisi üzerinde olumlu yönde etkili olacaktır.
Büyük kapasiteli kömürlü santrallerin devreye girişi
Tunçbilek, Soma, Afşin-Elbistan, Yatağan, Çayırhan gibi büyük kapasiteli kömürlü santraller işte o dönemin ürünüdür. Bunlar ve daha sonra kurulan diğer kömürlü santraller için kesilen ağaçların sayısını, emin olun havsalamız almaz.
Bugün kamuoyunda tartışılmakta olan Yeniköy Santrali de o dönemde işletmeye alınan santraller arasındadır. 1980’li yıllarda genç bir mühendis olarak kömür üretim projesinde benim de görev aldığım Yeniköy Santrali’nin ilk ünitesi 1986 yılında, ikinci ünitesi 1987 yılında işletmeye alınmıştır. Çevre hareketlerinin henüz gelişkin olmadığı bir dönemde yapımı tamamlanan bu santral, kamuoyunda neredeyse hiç tartışılmamış, ciddi bir itiraz görmemiştir.
Kemerköy Santrali ise daha sonra Ören sahilinde kurulur; ilk iki ünite 1994 yılında, üçüncü ünite 1995 yılında işletmeye açılır.
Yeniköy Santrali 28 yıl, Kemerköy Santrali 20 yıl devlet tarafından çalıştırıldıktan sonra 2014 yılında yaklaşık 250 milyon ton kömür rezervi ve Kemerköy liman sahasıyla birlikte IC İçtaş Enerji - Limak Enerji ortaklığına yaklaşık 2,7 milyar ABD Doları bedelle devredilir.
Santrallerin değeri ve bedeli
Bu iki santralin Türkiye elektrik üretimindeki payları 90’lı yılların sonunda yüzde 8’e yakınken bugün yüzde 2’ye kadar gerilemiştir. Güncel elektrik fiyatları dikkate alındığında yıllık ciroları yarım milyar doların üzerindedir ve uygun maliyetli kömür üretimi nedeniyle kâr oranları da oldukça yüksektir. Dolayısıyla, bu santrallerin ekonomik ömürlerini tamamladıklarını söylemek doğru olmaz. Ciro ve kâr rakamları dikkate alındığında, -yakacak kömür bulduğu sürece- hiçbir girişimcinin bu tesisleri emekli etmek istemeyecektir.
Netice olarak, bu santrallerin Türkiye enerji sektörüne ciddi bir katkı yaptığı, sahiplerine de büyük paralar kazandırmakta olduğu doğrudur. Bununla birlikte; insan sağlığına, çevreye, ekosisteme, tarım alanlarına zarar verdikleri, asit yağmurlarına, iklim değişikliğine neden oldukları da aynı ölçüde doğrudur.
Açıkçası bu durum, -kamu tarafından da çalıştırılsa özel firma da işletse- dünyadaki bütün kömürlü santraller için geçerlidir. Akbelen’deki alanda yeraltı işletmeciliğinin yapılması ve bu sayede çok daha az ağaç kesilmesi muhtemeldir. Ancak, bu seçeneğin, santrallerin vereceği diğer zararları ortadan kaldırmayacağı açıktır.
Bu santraller, temiz enerji kaynaklarının henüz gündemde olmadığı bir dönemde tercih edilmişler, Türkiye ekonomisine ve dolayısıyla toplum refahının artmasına katkıda bulunmuşlardır. Ancak, bu tercihin sonucunda ciddi çevre sorunlarına da yol açılmıştır.
Türkiye ne yapmalı?
Bununla birlikte, 40 yıl öncesinden farklı olarak enerjiyle ilgili bugün artık çok daha fazla seçenek bulunmaktadır. Türkiye, bir taraftan verimlilik, tasarruf, geri dönüşüm alanlarına yatırım yaparken diğer taraftan daha temiz enerji formlarına yönelmeli ve fosil yakıtlardan yenilenebilir kaynaklara doğru evrilmekte olan enerji dönüşüm süreçlerine ayak uydurmalıdır.
Elbette, kömürden hemen tamamen vazgeçmek mümkün olmayacaktır ve zaten böyle bir tercihin hem ekonomik hem de toplumsal ciddi olumsuzluklara neden olacağı açıktır. Ancak, Türkiye, bir yandan çevresel sorunları en aza indirmeye yönelik olarak kömürden elektrik üretimi alanını yeniden düzenlemeli, diğer yandan zaman kaybetmeden ve özellikle de bu alanda çalışan emekçileri mağdur etmeden detaylı kömürden çıkış planlarını hazırlamalı, kamuoyunu da bilgilendirerek bunları yürürlüğe koymalıdır. Türkiye’nin iklim taahhütleri ve 2053 yılı net sıfır hedefi de zaten bunu gerektirmektedir.
Yurttaşın itirazı demokratik bir hak, anayasal bir ödevdir
Akbelen’e gelince...
Doğrusunu isterseniz, medyada sipariş yazılar yazdırtıp kömüre güzellemeler döktürmenin firmadan başka kimseye yararı dokunmadığı gibi, nereden geldiği belli olmayan fonlarla toplumdaki güvenilirliğini hızla kaybeden bazı uluslararası çevre organizasyonlarının da Akbelen’de bir işe yarayıp yaramadığı şüphelidir.
Bunları bir tarafa koyuyorum; yöre insanının ya da samimi yurttaşların oradaki mücadelesini hiç birimiz görmezden gelemeyiz.
Elbette, ihtiyacımız olan enerji üretiliyor diye hiç kimse gözünün önündeki çevre katliamlarına seyirci kalamaz, yaşam alanlarının bir anda çevre felaketine dönüşmesine göz yumamaz.
Aslına bakarsanız, insanların, yaşadıkları bölgelerde ekonomik, sosyal ya da çevresel etkisi olabilecek faaliyetlere ilişkin kararlara katılma hakkı, demokratik bir haktan öte artık bir insan hakkı olarak değerlendirilmektedir. Ve bu sadece bir hak değil aynı zamanda anayasal bir görevdir de.
Dolayısıyla, insanların yöresine sahip çıkması, yurttaşların toplumsal bir soruna ilişkin itirazlarını demokratik haklarını kullanarak yapması son derece doğaldır.
Öyleyse bu tahammülsüzlüğü, orantısız güç kullanımını, ablukaları nasıl izah edeceğiz?
Burada devlete düşen, yerel halkın mevcut yaşam standartlarının olumsuz yönde etkilenmesine izin vermemek, sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşamlarını sürdürebilme haklarının korunmasını sağlamaktır. Yoksa bu amaçla örgütlenen insanları ülke kalkınmasının önündeki düşman unsurlar şeklinde değerlendirebilen bir anlayışın demokrasi kültürü ile bağdaşmadığı çok açıktır.
Amasra/Ağustos 2023