Değerli Okuyucular,
Aslında bu hafta için başka bir yazı hazırlayıp Editörüm Mehmet Kara’ya göndermiştim. Ama Cumartesi günü sabahı aldığım bir mesaj beni derinden yaraladı. Meslektaşım, okuldaşım ve uzun yıllardır yakın dostum, ODTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Osman Sevaioğlu aramızdan ayrılmıştı. Benim için çok zor olsa da, onun hakkında birkaç satır yazmak boynumun borcuydu.
Osman Hoca’mızın mesleğe bilimsel katkıları ve Türkiye enerji sektörüne değerli hizmetleri elbette ki öğrencileri ve diğer bilim adamları tarafından daha detaylı olarak ele alınıp sizlere sunulacaktır. Benim ise naçizane anlatmak istediğim şey, daha çok bir insan ve bir arkadaş olarak Osman Hoca’nın kişiliği ve davranışları olacaktır.
Osman Hoca, bilimsel yetenekleri yanında hayatı dolu dolu yaşayan, en yorucu çalışmalar sırasında bile işi sıkıcılıktan kurtararak ayrı bir zevk katan espriler yapabilen bir insandı. Tanıdıklarım arasında spontane espri üretebilen sayılı zeki insanlardan biriydi. Bu nedenle, yaptığı işi her zaman seviyor ve hırsla bağlanıyordu. Bu özelliğini son nefesine kadar sürdürdü.
***
Onunla okuldan tanışmıyorduk. İlk defa 1990’lı yılların başlarında Yatağan’da karşılaştık. Santrala Tınaz ve Bağyaka kömür ocaklarından kömür taşınması için planlanan, ancak yüklenici firmadan kaynaklanan birçok sorun nedeniyle bir türlü devreye alınamayan 13 km. uzunluğundaki bantlı konveyör hattı konusu en sonunda mahkemeye intikal etmiş ve mahkeme de Osman Hoca ile bir arkadaşını bilirkişi olarak tayin etmişti. Ben tam olarak hatırlamasam da, Osman Hoca’nın yıllar sonra sık sık anlattığı şey eğer doğru ise, ilk geldiklerinde onları alıp santralda dipten tepeye her yeri dolaştırmış ve büyük bir şevkle santralı anlatmışım. Bu da çok hoşlarına gitmiş.
Ama benim gayet net olarak hatırladığım başka bir şey var ki, bana Osman Hoca’nın şakacı kişiliğini en iyi hatırlatan olaylardan biridir. Bant boyunda çalışırken bazen birbirlerinden kilometrelerce uzak olabileceklerini göz önüne alarak haberleşme için her ikisine de birer el telsizi vererek nasıl kullanacaklarını da öğretmiştik. Ancak bir şeyi söylemeyi sanırım unutmuştuk: Herhangi bir telsizin mandalına basıldığı zaman, yapılan konuşmayı santral içindeki aynı frekansa sahip bütün telsizler dinliyordu. Ama Osman Hoca ve arkadaşı bu özelliğin farkında olmadıkları için sadece kendilerinin duyduğunu zannederek çeşitli espriler yapıyorlardı:
N’aber Osman, nasılsın?
N’olsun! Buzzz gibi biramı çekmişim önüme, höpürdete höpürdete içiyorum…
Bir süre sonra, baktık ki iş çığırından çıkacak, Hoca’ya telsizlerin özelliklerini anlatıp biraz daha dikkatli olmalarını tavsiye etmek zorunda kaldık. Aslında onlar da haklıydı! Mevsim yazdı ve yazın Muğla’nın sıcağını yaşamış olanlar açık arazide çalışmanın ne kadar zor olduğunu da bilirler. Bu durumda, bu işkenceli işe katlanabilmek için biraz eğlence gerekiyordu.
Sonunda çalışmayı bitirdiler ve bize yüzlerce sayfadan oluşan bir Bilirkişi Raporu verdiler. Şöyle bir göz atayım dedim, Raporun ilk paragrafının iki kelimelik ilk cümlesi şöyleydi:
Konstrüksiyon zayıf.
Bunu okuyunca ben gülmeye başladım:
Hocam bunu yazdıktan sonra, gerisini yani şu yüzlerce sayfayı yazmaya ne gerek var?
Hani, zafer dönüşü Padişah payitahta yaklaşırken kulağı kirişte bekliyormuş, 41 pare top ne zaman atılacak diye… Ama hiç ses çıkmayınca, şehre girer girmez Kale komutanını gırtlaklamış:
Bre zaferden döneriz, neden hiç top atılmaz?
72 tane sebebi vardır Padişahım! diye bağırmış komutan, can havliyle.
Say! diye emretmiş Padişah.
Birincisi, barutumuz kalmadı… demiş Komutan.
Yeter, gerisini sayma! demiş Padişah.
O hesap!
Rapor bizim lehimizeydi ama o dava yıllarca sürdü, bitmek bilmedi. Belki de hâlâ sürüyordur. (TEK’te de Genel Müdür’den en alttaki saha mühendisine kadar tam 22 kişi hakkında “Kurum’u zarara uğratmak…” gerekçesiyle dava açıldı. Belki o dava da devam ediyordur!)
Anlaşılan o ki, yüklenici firmanın mühendislik ekibini bilmem ama, hukuk ofisi bir harikaydı!
***
Sonra Osman Hoca ile yıllarca görüşmedik.
Ancak ben 2000’lerin başlarında Yatağan’dan ayrılıp Park Holding’e geçtikten sonra Ankara’da yeniden karşılaştık. Nasıl oldu, nasıl bir araya geldik, tam hatırlayamıyorum, ama benim “Dörtlü Çete” diye adlandırdığım bir grubumuz oluştu. Grupta ben, Osman Hoca, EÜAŞ Genel Müdür Yardımcısı Muzaffer Başaran ve EÜAŞ Hukuk Müşaviri Temel Özatay vardı. Sık sık akşam yemeklerinde çoğu zaman eşlerimizle birlikte buluşuyor, memleket ahvali ve enerji sektörünün durumu hakkında bitmez tükenmez sohbetler yapıyorduk. Çoğu konuda birbirimizle aynı görüşte değildik. Bu da tartışmalara ayrı bir renk katıyordu.
“Dörtlü Çete” bir arada…
Osman Hoca 2001 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu üyeliğine seçilmişti. Ancak çok kısa bir süre sonra, 2003’te çekilen kura ile Kurul üyeliği sona erdi. Böylece Kurul’daki bilimsel açıdan konuya hakim bence tek üye saf dışı edilmiş oldu. Hâlâ düşünürüm, böylesine kötü bir tesadüf olabilir mi diye…
EPDK’dan sonra Osman Hoca yeniden ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’ndeki görevinin başına döndü. Ancak, her zaman serbest elektrik piyasasının inançlı bir savunucusu oldu. Birkaç gün önce, TEİAŞ’ın eski Genel Müdürü Sayın İlhami Özşahin, Osman Hoca’nın ardından yayınladığı mesajda “şebeke yönetmeliğini gece yarılarına kadar beraber çalışarak hazırlamıştık” diyordu. Hem teknik açıdan işin o kadar içinde olması, hem de Türkiye enerji sektörünün genel yapısı hakkındaki görüşleri nedeniyle EPDK Kurul Üyeliğinin devam etmesi belki de ülkemiz açısından çok daha iyi olabilirdi.
Osman Hoca ve Temel Bey…
Bense, serbest elektrik piyasasına prensip olarak karşı olmamakla birlikte bunu gerçekleştirilemeyecek bir hayal olarak görüyordum. En başta da satınalma garantileri ile imzalanmış olan Yap-İşlet ve Yap-İşlet-Devret şeklindeki 20 yıllık sözleşmeleri ve hâlâ elektrik piyasasında çok büyük bir ağırlığı olan EÜAŞ gibi kamu şirketlerini, elektrik piyasasının önündeki en büyük engeller olarak görüyordum. Nitekim öyle de oldu. Elektrik piyasasında çok küçük bir pay sahibi olan Dengeleme Güç Piyasası ve Yan Hizmetler Piyasası gibi işlemler, TEİAŞ’ın elindeki bir takım elektronik oyuncaklar olmaktan ileriye gidemedi. Elektrik piyasa fiyatları, çeşitli manipülasyon imkânları ile yine Hükümetin kontrolünde tutuldu.
Şimdi ise, tam da Satınalma Garantili Sözleşmeler’in sona ermeye başladığı bir dönemde yeniden İşletme Hakkı Devri gibi, Afşin’de Kamu Ortaklığı ile Satınalma Garantili Uluslararası Sözleşmeler gibi şeylerden söz edilmeye başlandı. Sıkıntıya giren özel santralların ve dağıtım şirketlerinin Varlık Fonu ortaklığı ile kurtarılması gibi teklifler de cabası…
Yani diyeceğim, onca emeklerine rağmen Türkiye’de elektrik serbest piyasasının gerçekleştiğini görmeye maalesef Osman Hoca’mızın ömrü vefa etmedi.
Ama yine de, enerji sektörü ile ilgili pek çok konuda kendisi ile hemfikirdik. Özellikle şu malûm “Hidrojen Mucizesi” konusunda. 2000 yılından beri, demek ki 20 yıldır ortalıkta dolaşan bir takım kişiler, maalesef zaman zaman devlet erkânımızı da ikna ederek bu lüzumsuz konuyu gündemde tutmayı başarıyorlar. En çok da “Kirli fosil yakıt devri bitti, temiz hidrojen enerjisi devri başlıyor!..” gibi pırıltılı sloganlarla kafaları bulandırmaya çalışıyorlar. Osman Hoca, hidrojen’in birincil yakıt olmadığını, bu nedenle fosil yakıtlarla karşılaştırılmasının anlamsız olduğunu defalarca yazmasına rağmen maalesef fazla başarılı olamadı. En son bir eski Enerji Bakanı ile katıldığı bir televizyon programında öfkelenerek diplomasını yırtmaya bile kalkıştı:
https://www.youtube.com/watch?v=bO4CipY9S1s&feature=youtu.be&t=455
Ayrıca Türkiye’deki özelleştirme uygulamalarında karşılaşılan pek çok garipliklere de birlikte karşı çıkıyorduk. Özelleştirme önce Dağıtım’dan başlamıştı. Ama ihalelerde öyle yüksek fiyatlar çıkmıştı ki, akıl alacak gibi değil. Osman Hoca saçını başını yoluyordu, olmaz böyle şey diye… “Yahu adamlar almışlar ellerine o küçücük hesap makinalarını, pıt pıt pıt… pıt pıt pıt… veriyorlar teklifi! Ya hiç sayı saymasını bilmiyorlar, ya da hiç dayak yememişler…”
Neyse, Osman Hoca’ya mı inandılar, yoksa yanlış hesap finansçılardan mı döndü bilinmez, kısa sürede kafalara dank etti ve feryat figan kaçıştılar, tabii her biri 40’ar, 50’şer Milyon dolarlık teminatlarını da yakarak. Bir süre sonra ihaleler tekrarlandı ve rakamlar neredeyse yarı yarıya düştü.
Sıra geldi Santral özelleştirmelerine. Yine milyar dolarlar havalarda uçuşmaya başladı. O sıralar ben de bir arkadaşımla birlikte, ihaleye girmeyi düşünen bazı firmalara danışmanlık hizmeti veriyorduk. Bin bir zahmetle, bütün faktörleri hesaba katmaya çalışarak, kılı kırk yararak bir rakam buluyorduk, ama bir bakıyorduk ki ihalede birileri bizim bulduğumuz rakamın iki katını teklif etmiş! Yine “pıt pıt pıt”… İş öyle çığırından çıkmıştı ki, bizden danışmanlık isteyen firmalara şunu demeye başlamıştık: “Kusura bakmayın, ama baştan söyleyelim, size vereceğimiz danışmanlık, ihaleyi kaybetmenizden başka hiçbir işe yaramaz!”
Osman Hoca ile Muzaffer Bey, o sohbetlerden birinde…
Bütün bu sorunlar, birlikte olduğumuz akşamlarda sohbet etmek için yeterli malzemeyi bol bol sağlıyordu bizlere. Tabii bu sohbetler hiçbir zaman asık suratlı bir ciddiyetle değil, ama her zaman fıkralarla esprilerle süslenmiş olarak sürdürülürdü. Osman Hoca zamanla elektrik yangınları konusundaki uzmanlığını kullanarak ağırlıkla bilirkişilik hizmetlerine doğru yönelmişti. Bu konularda anlattıkları bazen en keyifli fıkralardan ileriydi. Meselâ bir gün şöyle bir şey anlatmıştı:
Bir bilirkişi arkadaş şikâyet ediyor: “Memlekette ahlâk kalmadı azizim…”diyor. “Duydun mu, bilirkişinin biri her iki taraftan birden para almış!” (Yani zımnen, Bilirkişi’nin tek bir taraftan para almasının ahlâka mugayir olmadığını demeye getiriyor!)
***
Böylece yıllar geçti. Bu geceler boyunca yaptığımız sohbetler maalesef bir türlü memleketin sorunlarını çözmeye yetmedi. Üstelik bizim kendi sağlığımızda bir takım sorunlara yol açtı. Osman Hoca ve ben, bir takım kalp sorunları yaşadık. Temel Bey ve Muzaffer Bey bizden daha sağlam çıktılar. Ama bütün bu süre boyunca, Osman Hoca’da gözlediğim bir şey arkadaşlığa ve dostluğa verdiği büyük önemdi. Üstelik çevresindeki dostları artırmaya öylesine hevesli idi ki, biz bazı açılardan karşı çıkmasak bizim “Dörtlü Çete” çok kısa bir zamanda “Ondörtlü Çete”ye çıkabilirdi.
3 Mayıs 2014 tarihinde, küçük kızımın İzmir Yenifoça’daki düğününe hiç gelebileceklerini düşünmeden davet etmiştim. Ama bir sürpriz yaptılar ve özellikle Osman Hoca’nın ısrarıyla üçü de eşleriyle birlikte düğünümüze katıldılar. Beni çok sevindirdiler ve onurlandırdılar.
Osman Hoca ve eşi Emel Hanım, kızımın düğününe geldikleri gün…
Bir süre sonra, Osman Hoca 27 Temmuz 2017 tarihinde grubumuzu Bodrum-Yalıkavak’taki evine davet etti. Benim için o kadar ters bir tarihti ki, daha önceden planlanmış pek çok şeyi yüzüstü bırakmam gerekiyordu. Ancak, Osman Hoca o kadar çok ısrar ediyor ve hatta tehdit derecesine varan uyarılarda bulunuyordu ki, gitmeden edemedik. İyi ki de gitmişiz! Böyle nefis bir gece her zaman nasip olmaz çünkü insana… Osman Hoca da buna çok sevindi, daha sonraki görüşmelerimizde hep bu fedakârlığımdan(!) övgü ile söz etti.
Yalıkavak’ta teras keyfi…
***
En son da, geçen yıl Kasım ayı başında bir İtalya turuna katılmayı teklif etti Osman Hoca. Muzaffer Bey’ler ve biz katıldık tura, ama eşi Avukat Feyzan Hanım’ın o tarihe rastlayan davaları nedeniyle Temel Bey’ler gelemediler.
Nefis bir gezi oldu. Şansımıza hava epeyce güzeldi. Roma, Floransa ve Venedik’i dolaştık. Sadece Floransa’da bir gün yağmura yakalandık. Onun haricinde her şey çok güzeldi.
Floransa’da Amo Nehri kıyısında
Sonradan düşününce, tam sınırda yakalamışız bu fırsatı diye düşündük. Çünkü bizden bir hafta sonra Venedik’i sel bastı. Televizyonda izlediğimiz kadarıyla, bizim rahat rahat dolaştığımız San Marko meydanında sel tehlikesine karşı biz oradayken yerleştirilen yürüme platformları bile su altında kalmışlardı artık…
Osman Hoca, şöyle yazmış bu fotoğrafın altına: Doğu Roma, Batı Roma’ya karşı!
Ama daha büyük bir felaket hemen birkaç ay sonra geldi İtalya’ya: Coronavirüs salgını. Artık değil sadece Venedik’e, bütün İtalya’ya adım atmak mümkün değildi.
***
Daha önce de yazdığım gibi, hayat dolu bir insandı Osman Hoca’mız. Yaptığı işi de çok seviyor ve hırsla takip ediyordu. Sanıyorum bu nedenle, Coronavirüs salgını Türkiye’ye ulaştıktan sonra 65-üstü yaşlılara uygulanan sokağa çıkma yasağı ona çok ağır geldi. Facebook’taki mesajlarında ateş püskürüyordu, insan haklarına aykırı buluyordu bu durumu. Biraz da bu yüzden, o sıralarda “Biz Böyle Rahatız Komutanım!” başlıklı yazımı yazdım. Onu sakinleştirmeye çalıştım. Kapıları açsalar dahi bizim henüz dışarıya pek adım atmamamız gerektiğini söylemeye çalıştım. Ama boşuna…
65-yaş üstü iş sahiplerine serbesti verilir verilmez, onca zaman evde tutulmaktan bunalan Osman Hoca’mız, bir namludan çıkan kurşun hızıyla soluğu işinin başında aldı. Tâ Muş’a kadar gitmekte hiç tereddüt etmedi. Facebook’tan gönderdiği “Ey Özgürlük!..” temalı mesajları ve gece yarılarından sonra girip çıktığı yol üstü kamyoncu lokantaları bizi biraz endişelendirse de böyle bir şeyi hiç aklımıza getirmemiştik.
O kadar âni oldu ki, öyle beklemediğimiz bir şeydi ki bu, hâlâ kabullenemiyoruz:
“Ölüm, adın kalleş olsun!”