Meslek hayatımın ilk yıllarında, İzmit’te İGSAŞ İstanbul Gübre Sanayii AŞ’de çalıştım. Çok ilginç bir petrokimya tesisi olan bu fabrikada, hemen yakınındaki rafineriden alınan nafta’dan çok karmaşık bir kimyasal prosesle önce hidrojen (H2) elde ediliyor, sonra bu hidrojen havadaki azotla birleştirilip amonyak’a (NH3) ve daha sonra da bildiğimiz organik bir ürün olan üre’ye (CH4N2O) dönüştürülüyordu. Bu benim, petrokimyanın sahip olduğu pek çok imkânlardan birine ilk şahit oluşumdu.
O sıralarda Lüleburgaz yakınlarında bir doğalgaz kaynağı bulunmuştu. Türkiye’nin iki büyük sanayi kuruluşu, Trakya Cam Sanayii AŞ ve İGSAŞ bu kaynağı kullanarak daha iyi bir amaçla değerlendirmek üzere talip olmuşlar ve büyük bir rekabete girişmişlerdi. Hatırladığım kadarıyla, yıllar süren değerlendirmelerden sonra, doğalgazın İGSAŞ’ta, yani bir petrokimya sanayiinde kullanılmasının çok daha verimli olacağına karar verilmişti. Çünkü, nafta’ya oranla doğalgaz’ın kullanılması hidrojen elde etme prosesini çok daha basitleştiriyor ve kolaylaştırıyordu. Gerçi bu kaynağın kullanılmasına gerek kalmadan, yurt dışından gelen doğalgazın İzmit’e kadar ulaşmasıyla 80’li yıllarda İGSAŞ doğalgaz kullanmaya başladı. Böylelikle fabrika, kapatılmaktan kurtuldu. Çünkü fabrikanın kurulmasına karar verilen 70’li yıllarda nafta çok ucuzken, 80’li yıllarda dünya piyasalarında fiyatı çok yükselmiş ve fabrikadaki kimya mühendisleri şöyle espriler yapmaya başlamışlardı: “Prosesi tersine çevirsek, yani gübre sokup nafta çıkarsak daha iyi olacak!”
***
1986 yılındaki Çernobil nükleer kazasından sonra daha çok tartışılmaya başlanan nükleer enerji konusunda ben de, “Acaba insanlık nükleer enerjiye daha fazla bulaşmadan ihtiyaç duyulan enerjiyi güneşten elde etmenin bir yolunu bulabilir mi?” diye kafa yorup duruyordum.
İşte tam o sıralarda, Ankara’da bir kitapçıda “Çok geç olmadan”[1] isimli bir kitap gözüme ilişti. Kapağında bir nükleer santral fotoğrafı bulunan ve alt başlığında “Bir bilimadamı gözüyle nükleer enerji” yazılı kitabı görünce şöyle düşündüm:
İşte, nükleer enerjiye karşı çıkan ve nükleer santralların bir an önce kapatılmasını savunan bir kitap daha!
Fakat ne kadar yanıldığımı, kitabı okuyunca gördüm. Bernard L. Cohen isimli Amerikalı bir fizikçi tarafından yazılan kitap, çeşitli açılardan “Çok geç olmadan” insanlığın nükleer enerjiyi daha fazla kullanması gerektiğini savunuyordu.
Nükleer enerjiyi savunurken kitabın kullandığı birçok gerekçelerden birisi şöyle anlatılıyordu:
“Gelecek kuşakların en büyük sorunu, şu an bizim madencilikle elde ettiğimiz maddelerin eksikliği olacaktır. Bugün dünyanın kıt mineral kaynaklarını doymak bilmeyen bir iştahla tüketiyoruz.
Aslında çağımıza “Madencilik çağı” deniyor; ancak bir yüzyıldan daha kısa bir zaman içinde madenlerde çok az şey kalmış olacak – bakır, kalay, kurşun, civa, çinko gibi madenlerin hepsi tükenecek. Bunların yerini tutacak madenlerin umutsuz arayışında en verimli kaynak, plastik ve organik kimyasal maddeler olacaktır.
Ancak bunlar, her gün milyonlarca tonluk miktarlarda yakıp yok ettiğimiz kömür, petrol ve doğalgazdan elde edilir. Bunu yerine başka hiçbir önemli kullanım alanı olmayan uranyumu yakıp; kömür, petrol ve doğalgazı gelecek kuşaklara, şiddetle ihtiyaç duyacakları maddelere kaynak oluşturmak üzere bıraksak çok daha iyi olmaz mıydı?” (Çok Geç Olmadan, sayfa 6)
Bu ifadeler beni o zaman çok etkilemişti. Şimdi de etkiliyor. Sadece elektrik enerjisi elde etmek amacıyla, çılgınca tükettiğimiz fosil yakıtların haddi hesabı yok. Hele yukarıda İGSAŞ’la ilgili olarak anlattıklarımı düşününce, doğalgaz gibi çok değerli bir kaynağın sadece kimyasal prosesler veya ev ısıtmasında kullanılması gerekirken, elektrik enerjisi elde etmek için çok daha fazla yakılıp yok edilmesini tam bir çılgınlık olarak görüyorum.
***
O zamanlar bugünkü kadar gündemde olmadığı için Bernard L. Cohen’in kitabında, fosil yakıtların zararları konusunda şöyle bir değinilip geçilen sera gazları ve iklim değişimi konusu, bugün artık gözardı edilemeyecek kadar yakınlaşmış bir tehlike olarak önümüzde duruyor. Ama buna rağmen, yıllardır sürdürülen çabalar ve alınan kararlar (Kyoto Protokolu, Paris Anlaşması vs.) etkili olamıyor, özellikle bu faciada en büyük paya sahip ABD, Çin gibi büyük ülkelerin hâlâ ayak sürümesi sonucunda, sera gazı emisyonları azalmak şöyle dursun daha da fazla artmaya devam ediyor.
Bence bu durumun bir diğer sebebi de, bir zamanlar insanlığın nükleeri teğet geçip güneş enerjisine ulaşabileceği yönündeki naif umuduma benzer bugünkü anlayışlar olabilir.
Ama sonuç ortada: Yenilenebilir enerjinin yükselişi elbette umulmayacak boyutlara ulaştı ama yine de enerji talebinin artışını karşılamakta ciddi bir alternatif olmaktan hâlâ çok uzak olduğu ve uzun süre bunun böyle devam edeceği görülüyor.
Yani açıkçası, şairane umutlarla vakit geçirirken hem gelecekte insanlığın temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek fosil yakıtları çılgınca tüketiyoruz, hem de iklim değişimi konusunu gitgide geri döndürülemez bir noktaya doğru ilerletiyoruz. Bunun önüne geçmek için daha ciddi bir alternatife ihtiyaç var.
Ne yapmalı? Benim hâlâ kafam karışık.
Ama son günlerde Viyana’da yapılan toplantılarda, nükleer enerjinin faydaları konusunda yapılan uyarılara ve önerilere kulak kabartmadan edemiyorum...
Not: Bu yazı “Türkiye’de nükleer enerji” konusundaki görüşlerimi kapsamıyor. Bu konu, bundan sonraki bir yazının kapsamı olabilir.
[1] Bernard L. Cohen, Çok Geç Olmadan, Tübitak Yayınları, 1995, Ankara.