Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de
Bir sen kaldın alçak mimar, ey Sinan Usta!
Cemal Süreya
Değerli okuyucular, çok önceleri düşünmüştüm Süleymaniye üzerine bir yazı yazmayı...
Önce adını koymuştum: İçinden Asfalt Geçen Cami
Yıllarca hakkında övgüler duyduğum ve bir türlü göremediğim muhteşem Süleymaniye’yi 2004 yılında bir İstanbul’a gidişimde özellikle zaman ayırıp ziyaret etmiştim.
Ama keşke gitmez olaydım, haline içim yandı. Çünkü benim bakış açımdan, caminin içi başka facia, dışı ise bir başka faciaydı...
Önce dışından başlayalım:
Mimar Sinan o camiyi sadece kubbe ve minarelerden oluşan ve “üstü ibadethane, altı ticarethane” bir takım zamane “cami”lerinden epeyce farklı bir şekilde, bir külliye olarak yapmıştı. Etrafında yurtları, yemekhaneleri, şifahaneleri ile tam bir 'bütünlük’müş onun yaptığı.
Şimdi ise paramparça!...
Cami’nin içinden resmen asfalt geçiyor ve daha da kötüsü asfaltın ötesinde kalan müştemilâtı tenekeciler-takkacılar-tukkacılar ve yılışık turizm esnafı istilâ etmiş. Onların elinden kurtulup Cami’ye ulaşıncaya kadar epeyce ter dökmek gerekiyor.
İbretlik Resim 1 : Süleymaniye külliyesinin bugünkü hali...
Gelin bir de beraberce Cami’nin içine girelim. Başınızı yukarı çevirin, isterseniz o Japon gibi dövülme tehlikesini de göze alıp sırtüstü yatın... Cami’nin o güzelim kubbesini görebilecek misiniz bakalım? Nerdeee! Eskiden, caminin ilk yapıldığı zamanlarda elektrik olmadığı için herhalde içerisi mumlarla, şamdanlarla, avizelerle aydınlatılıyormuş. Şimdi artık elektrik var ya, medeniyet geldi! Ne medeniyet ya! O mumların her birinin yerini en adisinden binlerce tozlu ampul almış ve bu ampullere elektrik enerjisini taşımak üzere kubbenin tepesinden aşağıya doğru resmen bir kablo ormanı dökülüyor! O binlerce kablonun arasından kubbeyi görebilirseniz, ne mutlu!
Elektrik Mühendisi olduğum için en çok da hemen hemen bütün camilerimizde görülen bu aydınlatma faciası içimi yakıyor. 1986 yılında Fransa’ya gittiğimde EDF (Electricite de France) temsilcisi bir mühendis, o devasa nükleer santrallarını filan bir yana bırakıp bana Eyfel’in aydınlatması ile öğünmüştü: “Eyfel’e gece bakın, her taraftan pırıl pırıl görürsünüz, ama hiçbir ışık kaynağını bir türlü göremezsiniz! Eyfel tam bir aydınlatma şaheseridir!” Dikkatle bakınca gerçekten de hayret etmiştim. Peki, bizim ülkede bir tanecik olsun aydınlatma uzmanı yok mu, şu camilerin içini tamamen endirekt aydınlatmayla pırıl pırıl yapacak bir mühendis?
Yıllar sonra sadece Kula’da, merkezdeki Çarşı Camii’nde benim istediğime yakın, yanlara yerleştirilmiş büyük projektörlerle sağlanan bir aydınlatma gördüm. Hemen cami imamını bulup heyecanla tebrik ettim, bunu yapan elektrik mühendisini kutlamasını istedim. “Bakın böyle ne güzel olmuş, değil mi, ne ferah!” diye heyecanla söylenirken, İmam sözümü kesti: “Hayır, onun için değil” dedi. “Daha önce bizim cami’de de öyle yukarıdan sarkan büyük bir avize vardı, ama bir Cuma namazı sırasında koparak cemaatin üzerine düştü. Cemaatten epeyce yaralananlar oldu. Onun için böyle yaptık…” Diğer camilerimizde de bu yöntemin uygulanabilmesi için herhalde tez zamanda benzer musibetlerin başımıza gelmesi gerekiyor.
***
İlk gidişimden birkaç yıl sonra, bu kez tarihi eserlerimize meraklı küçük kızım çok istediği için ikinci kez gittim Süleymaniye’ye...
Esas faciayı da o zaman gördüm, ilkinde fark etmemişim...
Meğerse, o her vesile ile göklere çıkarılan Koca Mimar Sinan’ın türbesi de oradaymış.
Koca Mimar, demek ki olgunlaşmanın şahikası alçakgönüllülüktür ya, bütün alçakgönüllülüğüyle, sonradan Cami’nin haziresinde yer kapabilmek için birbirlerini ezenlerin haliyle alay edercesine, İstanbul’daki en büyük eserinin yanında dinlenmek üzere kendine kenarda köşede mütevazı bir türbe hazırlamış.
Daha önce gördüğüm o müştemilat rezaletinin fotoğraflarını çekmeye çalışırken fark ettim: Belki size de bıkkınlık verdi, ama yine “Görmez olaydım!” demekten kendimi alamıyorum.
İbretlik Resim 2 : Koca Mimar’ın asfalta gömülmüş türbesi...
Çünkü, o Koca Usta’nın türbesi birbiriyle çok dar bir açıyla bıçak gibi kesişen iki asfaltın o keskin ucuna sıkıştırılmış, hemen dibine de türbenin üzerine yıkılıverecekmiş hissi veren inanılmaz derecede çirkin, ucube bir apartman dikilmiş!
İbretlik Resim 3 : Ve işte, o iğrenç “apartuman” türbenin üzerine yıkılmak üzere...
Bir arkadaşım: “Bu Devlet’e yapılan hiçbir iyilik cezasız kalmamıştır!” demişti bir zamanlar, onu hatırladım.
İnanmazsanız, siz de gidin!
Gidin de Koca Mimar’ın kim bilir bu ülkeye daha ne büyük “iyilikler” yaptığına siz de şahit olun! Yoksa, dirisini bilemem ama, ölüsüne bu kadar eziyet ve hakaret edilmezdi herhalde...
Ben bu rezaleti görünce, utançtan başımı çevirdim, Türbe’nin içine giremedim, Koca Mimar Sinan ile bir türlü övünemedim, “Evet, bizdendir!” diyemedim.
Dilim varmadı...
***
Artık maalesef bunların arasına neredeyse İstanbul’u da katmak geliyor içimden, hiçbir şehrimizin kendine özgü bir kişiliği kalmadı diye düşünüyorum... Kişilik derken şunu kastediyorum: Herhangi bir vatandaşımızın gözlerini bağlayıp herhangi bir şehrimizin herhangi bir meydanına bıraksak, gözleri açılınca o vatandaşımıza hangi şehirde olduğunu sorsak, bir bakışta anlaması ve sorumuzu doğru cevaplaması gerekirdi. Ama öyle mi ya? Şimdi ne yana dönsek birbirinden çirkin betonarmelerin arasında kaybolup gidiyoruz artık.
Bunu deyince aklıma diğer bazı facialar da geldi:
Meselâ, Balıkesir’de, zaten olup olacağı tarihi eser namına bir tek Zağanos Paşa Camii var, onun da bugünkü halini bir görseniz utanırsınız... Her tarafını apartmanlar kuşatmış, cami resmen ablukaya alınmış, nefes alamaz hale getirilmiş... Sanırsınız ki, Bizans’ı kuşatan o büyük Komutan’dan şimdi de Bizans’ın intikamı alınıyor! Kuşatma öyle olmaz böyle olur denilerek!...
İbretlik Resim 4: Zağanos Paşa kuşatma altında!...
1987’de Ürgüp’e gittiğimde yakınlardaki peri bacalarından bile daha fazla, yöreye has sarı renkli kesme taştan yapılmış o şirin binalar ilgimi çekmişti. Şimdi gitmeye de, sormaya da korkuyorum “Ürgüp’ün hali nicedir?” diye... Çünkü, tâ o zamandan yavaş yavaş başlamıştı şehrin hemen dışındaki düzlük arazide biçimsiz blok apartmanlar! Sanki güzel bir şehri kuşatmak için ovada toplanmaya başlayan barbar sürüleri gibi görünüyordu gözüme bunlar. Hani “Bir boşluk bulsak da oradan dalsak içeriye!” diye havayı koklar gibi... Eminim ki o boşluğu (veya boşlukları) çoktan yakalamışlardır...
Peki, Aydın’a ne diyeceğiz? Belki de, Aydın’lıların tarihteki en büyük başarılarından biri olmaya lâyık şehrin merkezindeki o geniş ve ferah Park’tan baktığınızda, Bey Camiinin yanında dikiliveren (neye benzediğini söyleyip de ağzımı bozmak istemiyorum şimdi!) ve caminin silüetini berbat ederek insanın tepesini attıran o birkaç tane sipsivri apartmanı yıkabilecek bir EFE yok mu yahu, şu memlekette?
İbretlik Resim 5: Aydın’da Bey Camii siluetinin canına okuyan apartumanlar
1980’de Belediye Başkanı olan Nevzat Biçer’in zamanında Aydın’da beni çok şaşırtan ilginç bir gelişme oldu. Şehir merkezinde, Menderes Bulvarı’nın bitiminde İstiklal Anıtı’nı geçtikten hemen sonra sağda bir sıra eski-püskü mezbelelik binalar ve dükkânlar vardı. Bunların yıkılıp temizlenmesine karar verildi. Ama yerine ne yapılacaktı? İki alternatif vardı: Birisi açılan büyük alana gösterişli bir büyük Belediye Binası dikmek, diğeri ise oraya bir park yapmak. Aydın’lıları genellikle kültürsüz çiftlik ağaları zannederiz ya, ben kesinlikle birinci alternatifin galip geleceğini düşünüyordum. Ama Aydın’lılar bizi şarampole devirip, ikinci alternatifte karar kıldılar. Helâl olsun! Üstelik park projesinin hazırlanmasını da bu işin uzmanı bir profesöre devrettiler. Şimdi adını unuttuğum Profesör çok ilginç bir proje yaptı. Büyük bir çukur kazdırdı ve parkı normal yer seviyesinin birkaç metre altına yerleştirdi. Ortasına da fıskiyeli bir havuz koydu.” Bu ne biçim Park?” diye itiraz edenleri ise “Bekleyin, göreceksiniz, Aydın o cayır cayır yanan sıcak yaz günlerinde kavrulurken buraya gelip püfür püfür esen rüzgârla serinleyeceksiniz” diye susturdu. Gerçekten de öyle oldu. Mevsimin en sıcak gecelerinde Aydın’lılar serinlemek için o parkı doldurdular. Ama sonra, şimdiki Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu Hanımefendi, herhalde Melih Gökçek’le yarışmak hevesine kapıldı ve o güzelim parkı yıkıp dağıtarak yerine bugünkü çelik, cam ve beton’dan oluşan sevimsiz ticarethaneler kompleksini oturttu.
***
..... ve örnekler daha çoook çoğaltılabilir, sanıyorum. Bu yazıyı okuyanlar eklesin.
..... ve insana lâyık bir düzene eriştiğimizde, tekrar kişiliğimizi bulabilmek için, kalanları kurtarabilmek için herhalde en başta buldozer sanayiine hız vermemiz gerektiğini düşünüyorum.