Herkes duydu, herkes biliyor. Özellikle son 20 yıldır, dünyanın ne kadar ciddi çevre sorunlarıyla karşı karşıya olduğunu duymayan kalmadı. Yerini medyatik sultanlara bırakan sağır sultana bile sorsanız, çevre üzerine esaslı bir söylev çekebilir.
Durum böyleyken; yani çevre sorunları kitlelerce bu kadar yaygın şekilde bilinirken, sorunların çözümünde katedilen mesafe, kararsız kaplumbağanın katettiği yol kadar. 1992’de kabul edilen Çevre ve Gelişim Hakkında Rio Deklarasyonu’ndan bugüne yapılanların, dünyayı kurtarmaya yetmeyeceği de artık çok açık.
Hem uluslararası, hem bölgesel ve hem de yerel düzeyde alınan bir çok sürdürülebilir çevre politikası, tüm çabalara karşın hayata geçirilemiyor. Toplumun, eğitimli, cevre bilinci yüksek sayılan kesimleri bile, çevreci bir yaşam tarzını benimsemiyor. Çabaların bir türlü beklenen sonucu vermediği böylesi umutsuz bir ortamda,son derece karmaşık bir yapıya sahip olan insan cinsini yeniden gözden geçirmek kaçınılmaz hale geliyor.
Her ne kadar insanın, sistematik düşünme yetkinliğine sahip olmadığını iddia edenler olsa da, çevre bilimcilerinin çoğunluğu, çevre sorunlarıyla baş etmek için, hem ulusal hem küresel düzeyde, bütüncül (holistic) bir yaklaşımın zorunluluğunda birleşiyor.
Ancak, böylesi bütüncül bir yaklaşımın hayata geçirilmesi, mevcut fiziki koşulların bilimsel olarak değerlendirilmesi kadar, sosyo-kültürel yapı, bölgesel farklılıklar, ekonomik koşullar, dünyadaki genel eğilimler ile en çok da insan algısı başta olmak üzere, insanin çevre yönetimindeki yerinin yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.
Son dönemde gazeteci Meral Tamer’in, bir şirket yöneticisiyle birlikte “sürdürülebilirlik” sözcüğüne alternatif arayışını da, tüm dünyada devam eden ve çevreye ilişkin kavramları yeniden tanımlama; algıları gözeterek politika üretme ve eyleme geçme çabasının bir uzantısı olarak görüyorum.
Çünkü artık çevreye dair çalışmalarda, bugüne kadar yapıldığı gibi ezberlenmiş yöntemleri körü körüne uygulamak yerine, kavramlar sorgulanıyor, soruna özel teorilerin uygulandığı,başarı oran açıkça öngörülebilen bilimsel yöntemler bulunmaya çalışılıyor. Bu süreçte, doğru olduğu sanılan sayısız yanlıştan kurtulmak ve farklı yaklaşım arayışlarına girmek de tabii büyük önem taşıyor.
Doğru bilinen yanlışlar
Sürdürülebilirlik ve çevrenin korunması davranış değişikliğiyle olur. Peki bilgi ve bilincin artmasıyla, tavırların değişmesi, davranış değişikliğine sebep olur mu? Yapılan sayısız çalışma, eğitimin kendi başına çevreye ilişkin davranışları değiştirmediğini ortaya koyuyor.
Ancak hemen eklemeliyim ki; davranış değişikliğine sebep olacağı umularak yapılan eğitim çalışmalarının, uzun dönemde çevre kültürü oluşmasına büyük katkı sağlıyor. Yapılan bilinçlendirme çalışmalarının sanıldığı gibi hitap edilen kitlede kayda değer bir davranış değişikliğine neden olmadığının farkında olmak ve çalışmaları daha detaycı bir anlayışla planlamak gerekiyor.
Eğitimin davranış değişikliğini berabberindoe getirmediğine dair bir iki örnek vermek istiyorum: Kanada’da medya aracılığıyla yapılan ve evlerde karbondioksit emisyonunu (CO2)azaltmaya çalışan yoğun bir reklam kampanyasının ardından, nüfusun yüzde 51’ininkampanyanın içeriğini ve mesajlarını bildiğini, ancak davranışlarında neredeyse hiçbir değişiklik olmadığını gösteriyor.
Hollanda’da yapılan başka bir araştırmada da; ailelere verilen 8 günlük enerji tasarrufu eğitimi, enerji tüketimini düşürmediğini ortaya koyuyor. Yine, üniversite öğrencileri ile çevre konularında farkındalık yaratmak için yapılan 6 günlük bir çalışma, workshop’ın ardından geçen iki ayın sonunda, öğrencilerin çevreyi korumaya yönelik davranışlarında hiç bir değişikliğe neden olmadığını belgeliyor.
Sakın yanlış anlaşılmasın! Çevre konusunda bilinçlendirmeye yönelik her türlü eğitim ve çaba artarak devam ettirilmeli. Okullarda çocuklara verilen eğitimler, çevreci olmaya teşvik eden kampanyalar,medyanın çevreci programları; özetle yapılan her şey, “çevreci bir kültür” oluşturacak son derece hayati çabalar.
Belki eğitimler kısa dönemli davranış değişikliğine sebep olmuyor ama uzun dönemde, çevre algısını değiştiriyor ve davranış değişikliğini beraberinde getiren çevreci bir kültür yaratıyor. Uzun dönemde çevre sorunlarını çözmüş bir ülke olmanın yolu da buradan geçiyor. Bilinçlendirmeye yönelik her türlü etkinlik, genç nüfusu oldukça yüksek olan ülkemizde çevre kültürü oluşturmak için yapılabilecek en yararlı çalışmalar.
Çünkü uzun vadede çevrenin korunması ancak oluşturulacak kültürle mümkün. Tıpkı İsveçli arkadaşımın oğlu Kalle’nin sahip olduğu türden bir kültür; davranış değişikliğini beraber getiren türden...
İsveçli minik İbo’nun çevre kültürü
İsveç’te de, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi isim kısaltmaları var. Mustafa’ya mistik, İbrahim’e İbo dedigimiz gibi, Karl-Erik ya da Karl’a,Kalle’ diyorlar. Kalle adında ve tadının ne kadar iğrenç olduğunu anlatarak reklam yapan bir de havyar markaları var. Burada en sık rastlanan isimleden birisi. Yani Kalle bir nevi İsveç’in İbosu.
Stokholm’de yasayan arkadaşım anlatıyor: Yedi yaşındaki oğlu Kalle heyecanla eve geliyor. Çantasını bir kenara bırakıp koşarak mutfağa giriyor. Mutfak tezgahında yemek hazırlayan babası ile masada oturmuş kahvesini yudumlayan annesine merhaba diyor ve telaşla konuşmaya başlıyor. Nerdeyse beyaz denecek kadar sarı saçları, terli alnına yapışmış; yüzünde keyifl bir ifade var. Sesini hafifçe yükseltip, anne babasına adeta emrediyor:”Yemek yapmakla uğrasmayalım. Bundan böyle evde yemek yapmak yok!”
Söylediklerine bir anlam verilemiyor. Anlatıyor Kalle; bugün okulda çevre için başlatılan yeni bir kampanyayı tanıtmışlar: Bundan böyle diğer tüm atıklar gibi, yemek artıkları da değerlendirilecekmiş.
Heyecanla emrini yineliyor Kalle; ”Bundan sonra evde hiç yemek yapmayalım, sadece buz dolabında bulduğumuz yemek artıklarını yiyelim.”
İlahi Kalle!
[email protected]
YAZARLAR
Emine Karakitapoğlu
- Çevre sorunları neden çözülemiyor?
Önceki ve Sonraki Yazılar