1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. Bir elektrik mühendisinin askerlik hatıraları
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Bir elektrik mühendisinin askerlik hatıraları

Cahil bir mühendisin askerlik hatıraları... Değerli okuyucu, bu cümleye daha sonra geleceğiz, en iyisi baştan alalım.  

Büyük kızkardeşimin kocası Cemil, dört aylık kısa dönem askerliğinden dönüşte Babama birkaç askerlik hatırası anlatmaya kalktı, bin pişman oldu. Çünkü lâfı kapan Babam, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Gelibolu’da dört yıl askerlik yapmıştı, anlat anlat bitmiyor!

Benimki o kadar değil. Sadece 16 ay. Ama Türkiye’nin ilginç bir döneminde ve ilginç yerlerde askerlik yaptım. Hatta geçenlerde T24’teki anılarını ilgiyle okuduğum Gencay Gürsoy’la aynı yerde askerlik yaptığımızı öğrendim: Yassıada’da. E gel de anlatma şimdi!

***

İnsanın hayatında bazen böyle oluyor. 1976 yılı benim için ne kadar şanssızlıklarla dolu geçtiyse 1977 yılı tam tersine, başından sonuna kadar mutlu tesadüflerle doluydu. Askerliği hangi sınıfta yapacağımızı belirlemek için Nisan ayında İzmir Narlıdere’de yapılan sınava giderken bazı arkadaşlar: “Aman sınavda fazla soru cevaplama, çok bilenleri topçu yapıyorlarmış!” diyorlardı. Gerçekten de, yaz ortasında Polatlı’da topçu eğitimi yapmaya kimse hevesli değildi. Herkesin aklı fikri, kapağı Deniz Kuvvetleri’ne atabilmekti. Ama nasıl? Bahriyeli olmak için sıkı torpil gerekiyordu. Bizde torpil ne gezer!

Ama şansa bakın ki, üstelik sınavda kendimi tutamayıp bütün soruları doğru cevaplamama rağmen, Deniz Kuvvetleri’ne düştüm. Bilgisayarda arıza filân mı oldu, nedir? 

aslan-asker-mehmet-1.jpg

Yassıada’da ilk günler. Karşıdaki Hayırsız Ada.

Nisan ortasında, o zamanlar Deniz Kuvvetleri’nin yedek subay eğitiminin yapıldığı Yassıada’ya teslim olduk. Hem de nasıl teslim olmak! Yassıada tam bir askeri bölgeydi. Adaya tek bağlantı, Heybeliada’daki Deniz Lisesi’nden kalkan Atak Gemisi’ydi.

Ada’ya giderken tecrübeli abilerimizden aldığımız tüyolar çok olumluydu. “Denizciler modern düşünceli, kalender tipli askerlerdir. İnsanlara lüzumsuz yere eziyet etmekten hoşlanmazlar. Büyük ihtimalle sizi ilk hafta sonunda evci salabilirler.”

Biz de bu umutlarla, nasıl olsa hafta sonu evci çıkacağız diyerek fazla tedarikli olmadan gelmiştik Ada’ya. Nisan ayının ortası olmasına rağmen epeyce soğuk bir hava vardı. Melbusatı (Er kıyafetleri) ve postalları rasgele dağıttılar, sonra bunları arkadaşlarla aramızda değiş tokuş ede ede üstümüze uydurmaya çalıştık. Ada küçücük bir yerdi. Yürüyüş hızıyla etrafında 10 dakikada bir tur yapılabiliyordu. Boş vakitlerimizi subay gazinosu dedikleri küçük bir salonda kâğıt oynayarak geçiriyorduk.

Neyse, hafta sonu geldi ama bizi salmadılar. Vardır bir bildikleri, dedik, dert etmedik. Nasıl olsa ikinci hafta salarlar. Ama ikinci hafta da salmadılar. Yüzbaşı bizimle konuştu, teselli etmeye çalıştı. Komutanla irtibat kurulamamıştı, vesaire. Ama üçüncü hafta söz, önceden her şeyi ayarlayacağım, dedi.

Üçüncü haftanın sonuna doğru günlük idman sırasında yeni bir arkadaş çıktı geldi. Aslında torpilliymiş, akrabaları ismini baştan vermişler, Deniz Kuvvetleri olsun diye. Ancak isim benzerliğinden dolayı bir karışıklık olmuş, onun yerine başka birini Deniz’e vermişler, bunu da Tuzla Piyade’ye göndermişler. İşi düzeltinceye kadar da üç hafta geçmiş. “Anam ağladı orada, sabahtan akşama kadar, yat kalk! Yat, kalk!” Doğru, rengi bile kararmıştı garibin güneşin altında saatlerce durmaktan. Yassıada’ya gelince cennete düşmüş gibi oldu çocuk.

aslan-asker-mehmet-2.jpg

Çiçek ve tüfek…

Üçüncü hafta sonu valizlerimizi topladık, Atak Gemisi’ne doluştuk, yola düzüldük. Herkes sevinçliydi. Heybeliada Deniz Lisesi’nin iskelesine yanaştık. Tam aşağıya ineceğiz, Yüzbaşı: “Çocuklar, biraz bekleyin, benim bir görüşme yapmam lâzım, sonra inersiniz” dedi. Beklemeye başladık. Bir süre sonra bizim gemi yavaşça iskeleden ayrıldı, herhalde diğer iskeleye yanaşacak, dedik, umursamadık. Ama gemi burnunu önce açık denize sonra da Yassıada’ya çevirdi. Kıyametler koptu tabii ama ne çare? Süklüm püklüm döndük adaya. Hafta sonu 1 Mayıs vardı, bu nedenle Deniz Lisesi de dahil bütün deniz birliklerinde hafta sonu izinleri kaldırılmıştı.

O hafta sonu moraller felaket bozuktu. Üstelik baştan epeyce hazırlıksız geldiğimiz için erzakımız, çamaşırımız, özellikle sigaramız kalmamıştı. Artık otlanacak arkadaş da bulamıyorduk, çünkü herkesin sigarası bitmişti.

Bir gün Subay Gazinosu’nda otururken, sırtında büyük bir çuvalla bir er girdi içeriye, hiç bir şey demeden çuvalı gazinonun tam ortasına boşalttı. Aman Allahım! Ne şenlikti o! Yüzlerce sigara ortalığa dökülmüştü.

Nasıl da kapıştık o “Asker” sigaralarını! Hayatında Marlboro’dan başka sigarayı dudağına sürmemiş iyi aile çocukları bile nasıl bir hırsla içlerine çekiyorlardı o dünyanın en adi sigarasını, bilemezsiniz! Eh, bu da bir teselli sayılırdı, en azından efkâr dağıtmak için bir bahane...

Ama esas büyük şoku, Pazar akşamı gazinodaki televizyonda haberleri izlerken yaşadık. İstanbul’da 1 Mayıs gösterileri sırasında, göstericilerin üzerine ateş açılmış, kopan panikte tam 39 kişi Kazancı Yokuşu’nda ezilerek ölmüştü. Hepimiz öylece kalakaldık. Eğer salsalardı pek çoğumuz 1 Mayıs gösterisine katılacaktık. O zaman, bu tür olayların çıkabileceğine dair önceden bir istihbarat mı vardı ki, bizi son anda tâ Heybeliada’dan geri çevirmişlerdi.

Bütün bunlar kafamızı kurcalayıp duruyordu. Hiç kimsenin tadı tuzu kalmamıştı. Subay gazinosunda sersem sepelek oturup duruyorduk, ne sohbet, ne kahkaha... Bir gün subay gazinosunda yine böyle sessiz sedasız otururken, birden, acayip, patlama gibi bir ses duyuldu. Öyle bir panik koptu ki, herkes kendini dışarıya attı. Kimisi kendini pencereden atmaya çalışmış, kolu bacağı kırılmıştı. Neden sonra işin aslı astarı anlaşıldı: Meğer, önüne gelen her şeyi kurcalamaya meraklı bir arkadaşımız duvar kenarında duran yangın söndürücüsünün pimiyle oynamış, birden boşalan tüp o acayip sesi çıkarmıştı. Herifi parçalayacaktık neredeyse! Ama sonra düşündük, kabahat onda değildi. 1 Mayıs olayından sonra sinirler öyle gerilmişti ki, paniklemek için herkes küçük bir bahaneye bakıyordu.

aslan-asker-mehmet-3.jpg

Subay Gazinosu’nun önünde…(Sağda oturan: Avni Gündüz)

Daha sonra ise Yassıada’da askerlik tam anlamıyla bir tatil havasında geçti. Hem de ne tatil… Hayatımda bir daha öylesine dinlendirici bir tatil yaşamadım. Yıllarca “Aynı şekilde olacak deseler, hiç gözümü kırpmadan, Yassıada’da bir daha askerlik yaparım” diye sayıkladım. Bu tatilin en iyi tarafı ise hiçbir şey için karar vermek zorunda olmamamızdı. Komutanlarımız “Sağa dön!” diyorlardı, sağa dönüyorduk. “Sola dön!” diyorlardı, sola! Her şey bizim dışımızda belirleniyordu. Bize sadece emirlere boyun eğmek kalıyordu. Bu o kadar rahatlatıcı bir şey ki, insanın beyni boşalıyor! Beyin lüzumsuz bir organ haline geliyor ve dinlenmeye çekiliyor. Dördüncü hafta sonu, nihayet Ada’dan ayrılıp, İstanbul Karaköy’de karaya indiğim zaman bir süre bocaladım: Aksaray’a mı gidecektim, yoksa Taksim’e mi çıksaydım? Başım döndü. Karar verme yeteneğimi neredeyse tümüyle kaybetmiştim…

***

Abilerimizin dediği gibi Deniz’ciler gerçekten kalender insanlardı. İşin biçimiyle, mevzuatıyla filân fazla uğraşmıyorlardı. Sabahları yüksek binada birkaç saat teorik ders yapıyorduk. Destroyer, dretnot, fırkateyn, kruvazör... Bu derslerden birinde, henüz çok taze bir konu olan Kıbrıs Harekâtı sırasında Türk uçaklarının Türk gemilerini batırma hadisesini sorduk. Bize ders veren komutan şöyle cevap verdi: “Bu olay, Hava Kuvvetleri’nin büyük bir başarısızlığıdır. Çünkü uçaklar gemilerin Yunan gemisi olduğunu sanıyorlardı, ama gemiler üstlerine ateş açan uçakların Türk Hava Kuvvetleri’ne ait olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden, sadece savunma ateşi açtılar, uçakları düşürmeye çalışmadılar. Çünkü bir uçak, bir gemiden çok daha pahalıdır. Bu kadar müsait bir durumda uçakların her üç gemiyi de batırmaları gerekirdi, oysa sadece birini batırabildiler…”

Teorik derslerden sonra yatakhanenin yakınındaki çimenlikte birkaç saat sözümona yat-kalk talimi yapıyorduk. Ama onda bile “Yat!” deyip bırakıyorlardı bizi, “Kalk!” deyinceye kadar ders bitiyordu…

Öğleden sonra ise yatakhanenin önünde sıraya diziliyorduk (üstelik esprili adamlardı):

Deniz kıyafetleri hazır mı? 
Hazır komutanım! 
Havlular omuzlarda mı? 
Omuzlarda komutanım! 
İstikamet deniz, marş marş!

Hayatımda hiçbir yaz tatilinde o kadar fazla denize girmedim. Yüzmeyi orada öğrendim. Ama sadece gazinonun önündeki nispeten sığ yerde denize girmemize müsaade ediyorlardı. Arka iskele denilen yerde, denize dimdik inen kayalık bölgede denize girmemiz yasaktı.

Ama her yasak, arzuyu daha da kışkırtır, bilirsiniz. Hele o yaşlarda… İkide birde kaçıp, arka iskelenin orada denize giriyor, kayalıklarda güneşleniyorduk. Üstelik deniz içinde kayaların yüzeyini tamamen kaplayan ve siviller gelemediği için serbestçe büyüyüp gelişen yumruk büyüklüğündeki midyeler iştahımızı daha da kabartıyordu.

Denize girip kopardığımız midyeleri karaya fırlatıyor, orada kim bilir kaç yıldır duran eski bir inşaat el arabasının altına ateş yakıp, üstünde midyeleri pişiriyorduk. Kendi kabuğunun içine iyice kapanıp pişen ve sonra da kendiliğinden açılan midyelerin tadına doyum olmuyordu. Bir defasında o kadar fazla yemişiz ki, doyduğumuz için akşam yemeğinde ağzımıza bir lokma yemek alamadık. 

 aslan-asker-mehmet-4.jpg

Arka iskelede şen günler…

Ancak, bir gün Yüzbaşı hepimizi topladı. Çok öfkeliydi. Anlaşılan, arkadaşlarımızdan biri, Polatlı’da topçu eğitiminde canı burnunda bir arkadaşına mektup yazarak buradaki “Dolce Vita”yı anlatmış, üstelik ispat olarak kayalıklarda güneşlenme fotoğraflarını göndermeyi de ihmal etmemiş. Bu mektup ve fotoğraflar Polatlı’da elden ele dolaşmış, sonunda yedek subay eğitim birliğinde isyan çıkmıştı.

Yüzbaşı bas bas bağırıyordu:

Ulan bir daha böyle mektup, fotoğraf falan gönderirseniz, askerliğinizi yakarım, haberiniz olsun! Bir daha deniz filân göremezsiniz!

***

Bir zengin çocuğu vardı aramızda. Menderes’lerin yargılandığı spor salonunun eskimiş ahşaplarını değiştirtmişti. O sayede epeyce izin kullandı. Bu tür kıyakçılıklar da yapılabiliyordu ara sıra.

Bir de sabahları bize Ada’nın etrafında koşarak tur attıran Muğlalı, çok sevimli bir asteğmenimiz vardı. Bizimkiler bazen cıvıtınca, “Yapmeyin aagideşlee, Yüzbaşı bene çok fena fırçalıyo soona!” diye dert yanardı sık sık. (Bilenler bilir hemen hepsi olmasa da Muğlalılar, Afyonlular, Denizlililer, Burdurlular ismin i-hali ile e-halini biraz farklı kullanırlar konuşurken. Kimi sesleri de yutarlar.)

Tahmin ediyorum o yıl Deniz Kuvvetleri’nin elinde birikmiş büyük bir pirinç stoku vardı. Bir gün yemek listesi şöyle çıkmıştı: Pirinç çorbası, biber dolma, pilâv ve tatlı olarak da sütlâç!

aslan-asker-mehmet-5.jpg

Atak Gemisi’nde Yassıada’dan ayrılırken…

En sonunda her güzel şey gibi Yassıada tatilimiz de sona erdi. Asteğmen olarak birliklerimize katılmak üzere kura çektik. Bana İstanbul-Kasımpaşa’daki Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Teknik Şubesi çıktı. Çok sevindim. Hem çok sevdiğim İstanbul’da kalacaktım, hem de mesleğimle ilgili olarak çalışacaktım.

Oysa varınca anladım ki, Teknik Şube’nin teknikle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Üç kişi Teknik Şube’ye verilmiştik: Bir Makine Mühendisi, Bir Elektrik Mühendisi ve bir Mimar. Teknik Şube’nin başındaki, aslında çoktan emekli edilmiş olması gereken, canından bezmiş Albay, bize görevlerimizi şöyle özetledi:

Beyler, sanmayın ki buraya tesadüfen geldiniz. Ben sizleri bilerek ve belirli amaçlarla istedim Teknik Şube’ye. Çünkü her birinize düşen önemli görevler var burada. Bizim Deniz Kuvvetlerimiz’de bir çok gemi var. Bir çok da tersane: Taşkızak, Umuryeri, Gölcük… Şimdi, gemilerde bir takım arızalar oluyor ve bize bildiriyorlar. Biz de ne yapıyoruz? Bu arızaların hangi tersanede tamir edileceğine karar verip oraya bildiriyoruz. Makine ile ilgili arızaları Makine Mühendisi arkadaşımız, elektrikle ilgili arızaları Elektrik Mühendisi arkadaşımız takip edecek. Şimdi diyeceksiniz ki, o zaman Mimar arkadaşımızın burada işi ne? (Yüzüne demedik, ama açıkçası içimizden geçirdik bu soruyu!) Gördüğünüz gibi Şube’nin duvarlarında tavana kadar yükselen raflarda yıllardır birikmiş yazıları ihtiva eden yüzlerce klasör var. Ben iyi bilirim, Mimarların el yazısı çok güzeldir. İşte bu Mimar arkadaşımız da bu klasörlerin sırtlarını yazacak!

Mimarlığın bu kadar “efektif” bir kullanımı doğrusu hiç aklımıza gelmemişti!

Vazifelerimizi müdrik asteğmenler olarak hemen çalışmaya başladık. Ama günde ya bir ya da en fazla iki yazı geliyordu gemilerden, bunları ilgili tersanelere havale etmesi de beş-on dakikamızı alıyordu sadece. Geri kalan sürede, lüzumsuz sohbetlerle vakit öldürmeye çabalıyorduk. Sonunda Makine Mühendisi olan Yahudi asteğmen İgal ile anlaştık, işi vardiyaya döktük. İgal bana “Sen sabah mı gelmek istersin, öğleden sonra mı?” diye sordu. “Valla ben sabah uykusunu çok severim, öğleden sonra geleyim” dedim. “Öylesi bana da uyar” dedi İgal, “benim öğleden sonraları çok işim oluyor.” Öğleyin saat 12:00 civarı nizamiye kapısında karşılaşıp, vardiya değiştiriyorduk.

Ancak bir gün bizim Albay telâşla beni çağırdı. “Mehmet Asteğmenim” dedi, “Bu sabah Kurmay Başkanı, saat 9:00 civarında penceresinden bakarken, geç kalan bir asteğmen görmüş, hemen bulup getirmemizi istedi..” dedi. “Ama Albayım, o gördüğü ben olamam ki” dedim. “Biliyorsunuz, ben saat 12:00’de geliyorum.” “Neyse yahu, sen gel bakalım ardımdan, seni bir göstereyim yine de..” dedi. Aynen dediğim gibi oldu. Beni gören Kurmay Başkanı “Hayır, bu değil canım!” dedi, “Başka bir asteğmeni gördüm ben.” Bu da bir hayat tecrübesiydi benim için: Geç kalırsan, öğleyin geleceksin işe, saat 9:00’da değil…

aslan-asker-mehmet-6.jpg

Teknik Şube’de görev başında…

Kasımpaşa’nın hemen üstünde, Kurtuluş’ta cadde üzerinde, ODTÜ’den bir arkadaşımla birlikte kalıyorduk. Bazen yürüyerek bile gidebiliyordum Komutanlığa. Ev iyiydi, büyüktü ama çok eskiydi. Her taraf tahtakurusu kaynıyordu. Ne yaptıysak baş edemedik. En sonunda arkadaşımın annesinin önerisiyle somyalarımızı odanın ortasına çekip her bir bacağını su dolu bir tencereye soktuk. Yine de tam kurtulamadık. Belki de namussuz hayvan tavana çıkıyor ve oradan kendini üzerimize bırakıyordu.

1977-78 kışında korkunç bir mazot sıkıntısı vardı. Bayilerin önünde kilometrelerce kuyruk oluşuyordu, mazot bulmak imkânsız gibi bir şeydi. Biz de aksilik, fazla uğraşmamak için kış başında mazot yakan bir soba almıştık. Mazot bulamayınca bazen sobada gazete yakarak ısınmaya çalıştık ama olmuyordu. Epeyce sıkıntı çektik o kış.

Komşularımız hep Ermeni’ydi. Ama Yahudiler gibi zengin değil, çoğu bizim gibi yoksul insanlardı bunların. Elinden iş gelen, teknisyen veya usta insanlardı. Elektrikçi, tesisatçı gibi...

***

Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, kâğıt üzerinde Hopa’dan Çanakkale’ye kadar bütün deniz birliklerinin bağlı olduğu bir makamdı. Ama gerçekte, bir tören komutanlığından ibaretti. Yurt dışından gelen bazı önemli misafirler bazen bizim Komutanlık’ta törenle karşılanır ve ağırlanırdı. Komutanlık binası Haliç kıyısında, Osmanlı Devri’nde Bahriye Nezareti olan eski ve gösterişli bir binaydı. Etrafında geniş bir bahçesi ve bu bahçede dalları göklere varan büyük manolya ağaçları vardı.

Bir gün Komutanımız Koramiral Sabahattin Ergin beni çağırdı. Çok nazik bir insandı. Kibarca, oğlunun matematik kursuna ihtiyaç olduğunu, benim verip veremeyeceğimi sordu. ODTÜ Elektrik’te çok ağır bir matematik eğitiminden geçtiğimizi, muhtemelen bu işi başarabileceğimi söyledim.

“Yok yok”, dedi Komutan, “başaracağından eminim!”

Ben lisede bir öğrenciden bahsettiğini sanmıştım. Bir de baktım ki, çocuk ilkokul 3’te. Cin gibi bir şeydi. Adı galiba Emre’ydi. Şişli Terakki’de okuyordu. Ama müfredatta işi öyle büyütmüşler ki, çocuk bizim ortaokulda zor öğrendiğimiz havuz problemlerini şakır şakır çözüyordu.

Bir süre sonra anladım ki, dert matematik filân da değildi. Baba sürekli görev başında, anne ise komutan eşleriyle protokol davetlerinde olunca, çocukla ilgilenecek kimse kalmıyordu. Çocuğun evde canı sıkılıyordu. Yalnız başına dışarıya da salamıyorlardı, çünkü anarşistlerin kaçırabileceğinden korkuyorlardı.

Durumu anlayınca çocuğa acıdım. Matematiği, kitabı, kalemi bir yana bıraktım. Beş dakika matematik yapsak, iki saat amiral battı oynuyorduk artık! Komutanın odasından bir kapıyla geçilen bir arka odada ders yapıyorduk. Muhtemelen Komutan da içeride ne yaptığımızın farkındaydı. Sonra ne oldu o sevimli çocuk, hep merak ederim.

Önemli bir görevimiz de, Resmi Bayram günlerinde Taksim’de Atatürk Anıtı önünde düzenlenen törene katılmaktı. Hazırola geçerken bir hamlede kılıçlarımızı çeker, tören atışı yapılırken put gibi hareketsiz durur, kılıçları baş hizasında dikine tutardık. Ama işin “Rahat !” kısmı o kadar kolay değildi. Kılıcı kınına oturtmak için deliği rast getirmek bazen epeyce uğraştırırdı.

Törenden sonra uygun adımla Tarlabaşı Bulvarı’nı takip ederek Komutanlığa geri dönerdik. Ancak o dönemde (ve daha sonraları, Sadettin Tantan’ın gelişine kadar, uzun yıllar), Tarlabaşı Bulvarı üzerindeki konutların birçoğu randevuevi olarak kullanılıyordu. Biz geçerken, çakı gibi bahriyelileri bembeyaz üniformaları içinde gören hayat kadınları pencerelerinden sarkarak ve “Yaşa varol Bahriye!” diye bağrışarak alkışlarla tezahürat yaparlardı. Biz de Türk Milleti’nin engin teveccühüne mazhar bir şekilde gururla komutanlığımıza geri dönerdik.

En zor işimiz ise bazı akşamlar bir üstümüzle (bir Yüzbaşı veya Üsteğmen ile) birlikte Komutanlık’ta nöbet tutmaktı. 16 Mart 1978 günü Beyazıt’ta öğrencilerin üzerine bomba atılması sonucu 7 üniversiteli gencin ölmesinden sonra büyük kalabalıkların sokağa döküldükleri gece Komutanlık’ta nöbetçiydim. Hava çok gergindi. Teyakkuza geçtik. Bereket bize herhangi bir müdahale emri verilmedi.

Başka bir gece ise nöbet esnasında geç vakit burnuma bir yanık kokusu geldi. En korktuğumuz şey, yangın’dı. Bu yüzden, nöbetçi amirine haber verdim. O da aynı kokuyu almıştı. Birlikte komutanlığın her yanını dolaştık. Bir şey bulamadık. Haliç kıyısına gittik ve birden fark ettik ki, bu yangın değildi, Haliç kokuyordu!..

Tam 31 Ağustos 1978 günü bizi terhis ettiler. Bir gün daha kalsak, rütbemiz yükselecek ve Teğmenliğe terfi edecektik. Umurumda bile değildi. Gözüm askerlikte değildi ki!

SON BİR NOT

Editörüm Mehmet Kara Bey itiraz edecek şimdi, bu ne biçim enerji yazısı diye…

Evet haklıdır ama, 6 ayda desülfürizasyon sistemi kurulup Çevre Bakanlığı gibi titiz bir kuruma onaylattırılabilen ülkemizde ben artık kendimi teknolojinin çok gerisinde kalmış bir santralcı olarak hissetmeye başladım. Ne “Dry FGD”den anlıyorum, ne de “Plazma Teknolojisi”nden... O yüzden, cehaletini tam 44 yıl sonra fark eden bir elektrik mühendisi olarak enerji konularına bir süre ara versem iyi olacak. En iyisi askerlik hatıralarımı anlatmak.

Bir de son sözü yine Fuzulî Üstâdımıza bırakırsak, tadından yenmez:
Derdime vâkıf değil canan beni handan bilir 
Hakkı vardır şad olanlar herkesi şadan bilir 
Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil 

Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah’ım bilir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar