Beni hep bu Türkçesi bozuk sağcılar mahvetti
Değerli Okuyucular,
Ben eskiden böyle değildim. Çok iyi bir çocuktum. İlkokuldan sonra okumak için Güzelhisar’dan çıkıp İzmir’e indiğim vakit “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman!” bir çocuktum. Beni hep bu sağcıların imlâ bilmemesi mahvetti.
1964 - İzmir’de ilk fotoğrafım. (Kravat ve ceket fotoğrafçıdan ödünç alınmıştır.)
Kitap kurduydum. Bildim bileli, “Ta çocukluğumdan beri / Ne bulduysam okudum” (Cemal Süreya).
Köyde okunacak fazla bir şey yoktu. Yaz günleri sıcaktan kavrulan sokaklarda uçuşan gazete kâğıdı parçalarını yerden toplayıp okurdum. Berberin, müşterilerini traş ederken sabunu sıyırdıktan sonra usturasını üzerine sürerek temizlediği gazete parçalarını bile, üstlerinde hâlâ sabun ve sakal kırıntıları ile birlikte okumaya çalışırdım.
Babam buğday çuvallarını yüklediği eşeğin sırtına beni de oturtarak 6 km. ötedeki Aliağa’ya değirmene un öğütmeye gönderirdi. Yolda beni görenler köye geldiklerinde gülerek Babam’a takılırlarmış:
- Rasim Çavuş, oğlanı nereye gönderdin?
- Aliağa’ya un öğütmeye gönderdim..
- Sen öyle zannet!..
Köylülerin gördükleri manzara şuymuş: Eşek yoldan ayrılıp, kenarda gördüğü yeşil otlara girişmiş otlarken, ben de eşeğin sırtında elimdeki bir şeyleri okumaya dalmış olurdum…
***
Okuma serüvenimin en başına o zamanın en meşhur resimli romanlarını koyabilirim: O muhteşem maceralarla dolu Tom Miks ve Teksas ciltlerini… Tom Miks’in sevimli yardımcıları Konyakçı ve Doktor Sallaso, bildiğin alkoliklerdi. Konyakçı yanlışlıkla su içince “Bu ne yahu!” diye tiksintiyle dışarı püskürtürdü. Doktor Sallaso hep cebinde taşıdığı içkisinden ara sıra birkaç yudum almadan ayakta bile duramazdı. Ağzına zerre içki sürmeyen ve meyhanede bile içmek için süt isteyen muhallebi çocuğu Tom Miks’le biz bile dalga geçerdik. Onca alkol güzellemesine rağmen nasıl oldu da orta yaşlarıma kadar hiç alkol almadım, hâlâ hayret ederim. Sigaraya bile çok sonraları, otuzumdan sonra başladım.. (“Çocukları ve gençleri alkolden ve kötü alışkanlıklardan koruma” bahanesiyle ortaya salınan bir sürü yasak ve sınırlamaların, palavradan ibaret olduklarına dair alın size bir kanıt işte!..) Haydutları ve kötü adamları enseleyip kanuna teslim eden “Rangerler”e hayran olurduk. (Yıllar sonra İngilizce öğrenmeye başlayınca o güzelim “Ranger”i Amerikalı hıyarların “reyncır” gibi iğrenç bir şekilde telâffuz ettiklerini ve anlamının da bildiğin “Cenderme” olduğunu görünce epeyce hayallerin yıkılmıştı.) Bir de Çelik Bilek’in, vatanını müdafaa etmek için “kırmızı ceketli” İngilizler ile mücadelesi… İşte bu ikisi, herhalde ileride içimde daha da coşacak olan “antiemperyalizm” hevesinin ilk kırıntıları olsa gerekti.
Arkasından Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun romanları geldi. Dünyanın dört bir yanına Türk bayrağını diken öz be öz Türk kahramanların inanılmaz maceraları başımı döndürüyordu. Hele tâ Hindistan’larda o adi Portekiz’lilerle kıyasıya savaşan ve sonra gemilerinin yakılmasıyla hezimete uğrayıp karadan, Pakistan, İran üzerinden yalınayak Dersaadet’e ulaşan ve hatıralarını yazan Seyit Ali Reis’in maceralarını soluk soluğa okumuştum. Gerçi romanın bir yerinde ele geçirdiği düşman erini konuşturabilmek için kullandığı yöntem biraz canımı sıkmıştı: Kolunun pazusuna, kasla kemik arasına bir bıçak sokarak delik açmış ve sonra bir ağaç dalından kopardığı budaklı bir çomağı bu deliğe sokup çıkararak, acılar içinde korkunç çığlıklar atan zavallı eri perişan etmiş ve sonunda istediklerini söyletebilmişti. Okuduklarıma kendimi kaptırmak ve her konuda kendimi anlatılanların yerine koymak hâlâ kaybetmediğim bir alışkanlıktır. Şimdi bunları anlatırken bile kendi pazumda dayanılmaz bir sızı hissediyorum. Demek ki onca şovenizme rağmen o küçücük kafam bunca gaddarlığa tahammül edememişti o yıllarda bile.
Sonra Suat Yalaz’ın Karaoğlan ciltlerinin müptelâsı oldum. Hey Allahım hey! Onlarda da göklere yükselen aşırı bir Türk övgüsü ve vurgusu vardı, ama aynı zamanda espri ve yeniyetme gençliğime hitap eden Karaoğlan hovardalıkları da eksik değildi. Düşmanı konuşturma yöntemi bile değişmişti biraz: Baybora (Karaoğlan’ın babası) nereden öğrendiyse, yan hücrede hapis olan düşman erinin anayurdunu, memleketini öğrenmiş, oralardan içe işleyen bir uzun havayı ağır ağır söylemeye başlamıştı. Bunu duyan memleket hasreti içindeki zavallı düşman eri gözyaşlarına boğulmuş ve her şeyiyle teslim olmuştu! İşte bu kadar…
Bir de, hâlâ taşı gediğine koymak için kullandığım bir espri okumuştum bu Karaoğlan maceralarının birinde (en azından her sabah televizyonlarda kafa ütüleyen ve yemeğin “lezzeti” haricinde her şeyinden bahseden şu çokbilmiş doktorlar ve diyetisyenler hep bu espriyi aklıma getiriyor): Baybora ve Karaoğlan, bir kahpe düşmanı takip etmek için mecburen bir kiliseye girmek zorunda kalmışlardı. O sırada bir Papaz cemaate vaaz vermekle meşguldü:
- Şunu yemeyin, bunu içmeyin, karılarla kızlarla oynaşmayın, vs., vs…
Bütün bunları dinleyen Baybora, hafifçe Karaoğlan’ın kulağına eğilerek:
- Herifçioğlu “Geberin!..” diyecek, ama dili varmıyor… diye fısıldamıştı.
Ve sonra, hâliyle, Nihal Atsız tabii ki… “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor”u arka arkaya devirmiştim. O dipdiri, kahraman Türk yiğitlerini çektikleri şehvet yatağında “ağuya ve küçük tatlara alıştıran” ve çürüten Çin dilberlerinden iğrenmemek, ve o bozkır rüzgârları kadar saf ve temiz, elma gibi al yanaklı güzel Almıla’ya aşık olmamak elde değildi.
Ama bu kitap ortaokul’da başıma biraz iş açtı gibi..
1965 – Kadim Dostum Halil Oskay ile birlikte okul bahçesinde…
Büyük Efes Oteli’nin tam karşısındaki, hâlâ duran küçük ve sevimli binasında, İzmir Ticaret Lisesi’nin Orta Kısmı’nın ikinci sınıfındaydım o sıralar. Herhalde öğretmen yetersizliğinden olacak, Türkçe dersimize Tülin Zıhnalı adında genç bir avukat kız giriyordu. Kız biraz sol eğilimliydi. Bir gün derste, Aziz Nesin’in kitaplarını sayıp yazarın adını sormuştu. Sınıfta hiç kimse bilememişti. Bense, Aziz Nesin’in adını köydeki evimize nasıl düştüyse, İlhan Darendelioğlu’nun “Türkiye’de Komünistlik Hareketleri” isimli kitabından “müseccel Komünist” olarak biliyordum. Hatta o kitapta yer alan, muhtemelen polis kayıtlarından alınmış silik, soluk, meymenetsiz bir vesikalık fotoğrafı da zihnime çakılmıştı. Öğretmenin sorusuna dişlerimin arasından, nefretle “Aziz Nesin!” diyerek cevap vermiş ve tepkimi hiç farketmeyen öğretmenden “Aferin”i almıştım. Bunu babama anlatınca, Babam sonuna kadar keyifle gülerek dinlemiş ve “komünist öğretmen”in ağzının payını veren kültürlü oğluyla gururlanmıştı.
“Komünistler”den nefretimi artıran ilginç bir şey daha olmuştu okulda o günlerde. Çetin Altan’ın Akşam Gazetesi’nde Taş sütununda yazdığı yazılardan biri kesilerek ibret-i âlem için koridordaki okul panosuna asılmıştı. Hatırladığım kadarıyla bu yazı şöyle bir şeydi: “Kadın yürüyordu. Erkek onun peşine takıldı. Kadın “Hayır” dedi. Ama erkek vazgeçmedi. Kadın kaçtı, erkek kovaladı… vıttırı.. zıttırı..” diye devam eden yazı en sonunda şöyle bitiyordu:
“Nihayet kadın teslim oldu, erkeğin kolları arasına düştü…
***
İşte Türkiye de, ne kadar kaçarsa kaçsın, en sonunda böyle sosyalizmin kolları arasına düşecek!..”
Çetin Altan gerçekten de böyle saçmasapan bir yazı yazdı mı, yoksa bu yazı foto-montaj gibi bir şey miydi, hâlâ merak eder dururum. Zaten yıllardır komünistlerin anamızı belleyeceğine ve o sırada kapı girişine şapkalarını asacaklarına dair korku dolu bir inancımız ve nefretimiz vardı. Sanki bu hissi depreştirmek için politika ve cinsel ilişkiyi birbirine bulayan bu kadar dangalakça bir yazıyı Çetin Altan gibi eksenden kaçık bir yazar gerçekten yazmış olabilir mi? Böyle bir şey okuyan, bilen varsa beni aydınlatsa ne kadar iyi olurdu…
Her neyse, sene ortasında Türkçe öğretmenimiz bir ödev verdi: Herkes bir roman okuyacak ve 15 gün tatilde özetini çıkarıp tatilden sonra öğretmene verecektik. Sınıftaki diğer haytalara pek zor gelen bu iş benim için çocuk oyuncağıydı. Hazır okuduğum pek çok roman vardı. Başta “Bozkurtlar…” Bu romanı biraz da, öğretmenin siyasi eğilimini az çok bildiğim için, sanki inadına seçmiştim. Tek sorun, özet çıkarmaktı. Roman o kadar güzeldi ki, her yanını anlatmadan geçemiyordum. Hiçbir yerini es geçmek elimde değildi. Bu yüzden yazdığım özet yaklaşık olarak 45 sayfa tuttu! Bunu tatilden sonra “komünist” öğretmen’e verince bana ters ters baktı ve: “Oha!..” dedi, “Hepsini yazsaydın bari…”
***
Benim hayatta bütün yazdıklarım zaten hep böyle talihsiz sonuçlara yol açmıştır. Ya vakti gelmemiştir, ya vakti geçmiştir. Tam vakti olanlar ise hep zülf-ü yâre dokunmuştur. Ama yazma serüvenimize sonra geçelim. Şimdi yine okuma faslından devam edelim.
***
Herkeste böyle midir, bilemem. Hep beni aşan, benim tam kavrayamadığım, hatta okurken tam olarak anlayamadığım yazarları okumayı daha çok severim. Benim zaten bildiklerimi bana anlatan yazarlar beni sıkar. Hatta o güne kadar öğrendiklerimle kısa sürede katlayıp köşeye koyabileceğimi hissettiğim yazarlar beni tiksindirir, bir daha elime almamak üzere fırlatıp atarım bir kenara.
60’lı yıllarda Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı Bugün ve Babıâli’de Sabah gibi gazeteler vardı. Bu gazetelerde seviye o kadar düşüktü ki, ikide bir Karaoğlan Bülent Ecevit’in komünist olduğuna dair yazılar ve karikatürler, acayip demagojiler çıkardı. Sonradan, yıllar sonra, Mehmet Şevket Eygi’nin Müslüman basında en muhterem insanlardan biri olduğunu görüp hayret etmiştim. Peki, o yıllarda seviyeyi niye o kadar düşürmüştü, hâlâ anlayabilmiş değilim. Belki de “zamanın ruhu”na uymuştu… Amerikan 6.Filo’sunu protesto eden gençleri baltayla doğramaya kalkan kara kalabalıkları kışkırtan manşetler atabilmişti o zamanlar..
Bir de demagoji’nin şahikası diyebileceğim, Ilıcaklar'ın “Tercüman-ı Hilâf-ı Hakikat”i vardı. Nefret ve hakaret dolu Kabak Hafız, Ergun Göze, sonradan ilâve olan genç Rauf Tamer gibi demagoglar okunacak gibi değildi. Gazetenin okunacak tek yeri, İzmir Atatürk Lisesi’nde iken rahle-i tedrisinden geçtiğimiz efsane Matematik Hocamız Kroş’un teneffüslerde gazeteyi kıvırarak koridorda tur atarken okuduğu Murat Sertoğlu’nun yıllarca süren Pehlivan Tefrikaları’ydı.
Demagoji bir yana, bu gazetelerde, imlâ hatalarından, cümle düşüklüklerinden geçilmezdi.. Sözümona “milliyetçi ve mukaddesatçı” geçinen bu gazeteler, eğer gerçekten öyle iseler dört el ve dört ayakla sarılmaları gereken Türkçe’den bihaberdi.
Böyle böyle solcu oldum.
Ama kabahat bende değildi. Çünkü ben eskiden böyle değildim.
Ben ortaokula gitmek için İzmir’de gözlerimi açtığımda “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman”dım.
Beni hep bu sağcıların okuma-yazma bilmemesi mahvetti…
***
Biliyorum, şimdi bazı arkadaşlar: “Hıh! Sanki biz bildik de ne oldu!” diye tersleneceklerdir. Haklıdırlar.
Hem doktor (Kadın-Doğum Uzmanı), hem yazar, hem karikatürist ve bunlar yetmezmiş gibi boş vakitlerinde Opera Sanatçısı, muhteşem insan Dr. İhsan Ünlüer kitabına şu ismi koymuştu:
“Oku Oku Budur Sonu!”.
***
Oldu olacak, yıllar önce Yeni Ortam’da rahmetli Mustafa Ekmekçi’den okuduğum bir fıkrayı da anlatarak şimdilik kapatalım bu defteri:
İkisinin de karınları aç olan bir Aslan’la bir Tilki anlaşmışlar, birlikte ava çıkmışlar. Ama sabahtan akşama kadar dolaşmalarına rağmen yakalayıp yiyecek hiçbir şey bulamamışlar. En sonunda bir çayırlıkta sakin sakin otlayan bir eşek görmüşler. Tam dişlerine göre!
Aslan baş tarafına geçmiş, tilki arka tarafına… Bunun üzerine otlamaya biraz ara veren eşek:
- Anladım beyler, demiş, beni yiyeceksiniz. Haklısınız, siz de hayvansınız ve açsınız. Afiyet olsun, ne diyeyim! Ama bir konuda sizi uyarmış olayım, sonra demedi demeyin: Beni yerseniz Padişah’la başınız derde girer.
- Niyeymiş o? diye sormuş Aslan.
- Ben “Padişah’tan Fermanlı Eşek”im de ondan.
- Hadi canım, demiş Aslan. Hani ferman’ın nerde?
- Arka sağ ayağımın altındaki nal’a kazılı vaziyette, demiş eşek.
Aslan uzaktan Tilki’ye işaret ederek:
- Okuyuver lan şunu, demiş, bakalım doğru muymuş?
Tilki uyanık:
- Valla benim okumam yazmam yok! demiş.
- İyi lan, iyi! demiş Aslan öfkeyle, çekil kenara, ben kendim okurum…
Tabii Aslan, eşeğin arka ayağındaki fermanı okumaya çalışırken, eşek öyle bir tekme patlatmış ki Aslan uçup gitmiş.
Bunun üzerine, eşekle tek başına baş edemeyeceğini bilen Tilki bir taraftan kaçarken, bir taraftan da kendi kendine söyleniyormuş:
- Ulan bu devirde, okuma yazma bilmek de başa belâ, anasını satayım!